Kendisi için zamanında -bir müddet telekonferanslarda Manu’daki garsonla konuşmak durumunda kalsa da :)- “en iyi asistanım Defne hanımdı diyeceğim” cümlesini sarf eden, daha sonra ona tasarım konusunda soyut ve somut anlamda defalarca destek olan, en şahane eserlerini ya onun ilhamıyla ya da onunla -kelimenin direkt anlamı ile- el ele çizen, hadi bu kadar uzağa gitmeyelim, daha geçen hafta iş yemeğinde kendisinin bu kez bambaşka bir alanda problem çözme yeteneklerinden övgüyle bahsetmiş olan Ömer’in hâlâ “bana, başarabileceğime hiç inanmıyorsun değil mi?” şeklinde yargılanması içimi acıtıyor a dostlar! Ömer Defne’nin dönen dizine her baktığında içi nasıl acıyorsa, bir nevi öyle... Ve ben Defne’nin elinden tutup çekincelerini reiki yoluyla çekemiyorum da, malum bir Ömer İplikçi değilim. Bugüne bugün bir Ömer İplikçi elma ağacında yetişmiyor ki toplayıp toplayıp her eve dağıtalım.
İnsanın sevdiği insan tarafından onanmayı, takdir edilmeyi beklemesini anlayabiliyorum. Hele ki bu insan, kariyerini iki yıl içinde garsonluktan tasarımcılığa ve son olarak lojistik müdürlüğüne taşımış olan Defne Topal’sa, bu takdirin âlaâsını sadece aşık olduğu değil daima örnek de aldığı ideal iş adamı Ömer İplikçi’den beklemesini de anlıyorum, fazlaca. Ama gördüğü takdire, teşviğe, saygıya bunca “yabancı” olması benim kafamda ne “büyüyen” Defne’ye sığıyor, ne kendinden “güçlü bir kadın” yaratan Defne’ye, ne “küllerinden doğan” Defne’ye, ne artık eskisi gibi olmadığını söyleyen Defne’ye. Sabah şirkete Amerikan filmlerindeki borsacı patronlar gibi üst perdeden “Yine çok iyisin dostum! Bugün bu satış elinden kaçmaz!” diye bağıra çağıra giren bir adam olmadığı aşikar olan Bay İplikçi’in muhtemelen işini beğendiğini belli bile etmediği herhangi bir çalışanı mıdır ki Defne, böyle hissediyor? Dahası kırılıyorum da, ama bir takım “can dostlar” gibi kraldan çok kralcılık da yapmayacağım için gidip Defne’nin suratına “N’aapsın daha bu adam ölsün mü? Atsın mı kendini terastan aşağı?” diye bağıracak da değilim.
Zaten Ömer’e “e at kendini aşağı madem!” diyen dostu da yok değil hani... Bugüne bugün şu lafı tam vaktinde, tam gediğine koyup dostunu kendine getirmesini bilen –ve ikinci sezonun belki de en şahane şeylerinden olan– bir Sinan Karakaya da kolay yetişmiyor, kıymetini bilelim! Sadece artık efsunlu olduğuna kanaat getirdiğim evini (evlerini ?!) bir çifte kumruya BİR KEZ daha açtığı için de değil; böyle kısa, neredeyse görünmeyen anlarda Ömer’i kendine getirdiği, sarstığı, bazen haklı bazen haksız yere ayağı gerçeklikten kesilen dostunu kolundan tutup yere bastırdığı için seviyorum Sinan’ı. İçinde herkesten çok çılgınlık potansiyeli taşırken, mahallenin en güzel kızı için sokak çocukları gibi didişen koca adamları dize getirebildiği için filan... Bu sezonun gerçekten en iyi şeylerinden biri Sinan. Seviyoruz seni!
Yeri gelmişken, çakma yangın alarmı da dahil olmak üzere ‘Passionis – Stil (Vagonu) Kurumsal Oyunları’nda bu haftanın macerası: Defne’yi yakala! oyununun sadece Koray’la ilişkili kısımlarında eğlendiğimi söylemiş bulunayım. Yani koltuğa “bugün hangi mantık hatalarını yakalasam” diye oturmuyorum ama gerçekten iş yapılan bir müessesede imkansız olan onlarca saçma “git gel” durumunu izlemek neredeyse bir saati alınca, beynimde karıncalanmalar olmuyor değil! Bununla beraber Koray-Ömer-Defne-Sinan absürt komedisinden de ayrı bir zevk aldığımı asla reddedecek değilim, hatta böyle bir spin off’u yıllarca izleyecek milyonlarca insan bulabilir miyim, bence bulabilirim, yani neden olmasın?
Yazı devam ediyor...