Ömer’le Defne’nin bir araya geldiğini duyunca aradan –bir an ciddi ciddi–çekileyazan Pamir’e ben Ömer kadar ağız dolusu şerrefisiz diyemiyorum. Bütün şerrrrefsizliğine rağmen. Sanırım gözüme hiç bir zaman bir tehdit olarak görünmediğimden. Defne’nin sanki bizi üçbinbeşyüz toplu iğnenin üzerine oturtmak istermişçesine “Aklımı çeldiniz” dediği Pamir’in asla ve kat’a akıl filan çelmediğinden. Etrafta kalmaya devam etmesini, “yeterince sabredersem bir gün aşktan değilse de inattan bana gelir belki” diye düşünmesine bağlıyorum sanırım. Pamir bu, kalkıp Defne’ye de gelir, çayını da içer, espirisini de yapar düşüncesine varmak da istemiyorum ama varacağım müsaadenizle çünkü Pamir bu. Defne de, Defne işte...

Ömer’in Defne’si... Derdini tutup Pamir’e anlatmandan şu an için kaybetmiş olduğun can-arkadaşlığı Pamir’de filan aradığın sonucunu çıkaracak değilim elbette ama o derdin içeriği beni biraz üzüyor tatlı qıs, anlatırken seni üzmedi mi? Mesela “çelik gibi sert, dik, ondan bir parça alamıyorum” derken daha birkaç saat önce senin için bir kez daha İso’ya geldiğini hatırlayıp biraz kötü olmuyor musun? İkisi de kendince haklı olan bu iki kişiden uzlaşmaya çalışanın Ömer, uzlaşmayı reddedenin de İso olması biraz ironik gelmiyor mu “en doğruları hep o biliyor” derken? “Hiç bir boşluğu, hiç bir eksiği yokmuş gibi... Ben olmasam da gücünden hiç bir şey kaybetmezmiş gibi” derken; kolu kanadı kırıldığı her an seni yanında isteyen, varlığına ihtiyaç duyan, ona ilan-ı aşk eden kadına “Defne benim içim” diyen ve tam da onun “içi” olduğun için kandırılmış olmayı sindiremeyip kilometrelerce öteye sürülen Ömer’i hiç tanımadığın sonucunu mu çıkarmalıyım? Hayır bunu çıkarmayı reddediyorum ben. 

Ömer’in yaşadığı ıstırabı yüzüne haykırdığı Sinan ve Neriman’dan sonraki üçüncü insan İso. Bu sahnelerin her birinin güzelliğinin birbiriyle yarıştığını farkında olsak gerek. Ben umudu çoktan kessem de, içimdeki çocuk hâlâ merak ediyor: Bir gün Defne’ye de çıkacak mı bu haykırışın yolu... Ömer’in her birinde gözlerine bir parça daha dolan gözyaşı akar mı bu kez? Ağlarlar mı karşılıklı? Ve fakat biliyorum ki çok istediğim için olmuyor ve darbeye fazlasıyla açığım, o yüzden vazgeçtim ben. Ama Ömer’in Defne’sinin Defne’nin Ömer’i için artık “çelik gibi”den başka bir sıfat kullandığını duymak varsa bir gün kısmette, derin bir nefes alıp, vazgeçmemem lazım galiba...

Çünkü “Ne kadar kolay vazgeçiyorsun sen öyle her şeyden?” derler adama! Ben vazgeçmeyeceksem, sen de vazgeçmeyeceksin Ömer! Siz döndünüz, çünkü gitmekle kaybettiklerini kaybetmemen gerektiğini anladın sen. Yuvan orası değildi, o yüzden kimse kimseyi kandırmış olmuyor. Orada evi de açık bırakmıştın di mi? Hayır efendim! Etrafına çöreklenmiş ar damarı çatlak bir yığın insana çok fazlasın diye seni kavanozlayıp İtalya’ya mı yollayalım? Neden, İtalya’da kurulan turşular daha mı lezzetli oluyormuş? 

Hani biz mucizelere inanıyorduk? Ben hala inanıyorum. Bu hikayenin başında Defne’nin söylediği gibi “bu onun mucizesi”yse; Ömer’in onu ne kadar sevdiğini, onsuz nasıl eksik olduğunu; dimdik, dümdüz değil ona ulaşmak uğruna ona doğru kıvrılan bir yol olduğunu; “yanmaz yapışmaz teflon tava” addettiği hayatının her bir zerresine gerçekte ne kadar yapışmış olduğunu gören ve gördüğünü her defasında unutmayan Defne buraya gelecek! Belki hiç bir konuda emin olmadığı kadar aşkından emin olmasına rağmen, her defasına öfkeyle kalktığı için zararla oturan Ömer, sabır ve sükûnetle kaybettiklerini kazanmayı öğrenecek! “Eeeh ben kime anlatıyorum ya” demeyip, anlayana kadar anlatacak. Cennetin yolları güllerle döşenmiş değil. “Yolumu bulamamışım demek, aptalmışım... İso’yla barışmadan Ömer’le yoluma devam edemem”lerle, “Biz neden döndük? Bu bana çok fazla”larla döşenmiş hiç değil!

Ne de olsa “kış geliyor”. “Sert” geçecek. Hazır mıyız? Olsak iyi olur...

Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER