Şaka bir yana – ki şu şakanın tatsızlığı için beni gömebilirsiniz de, başım üstüne – ego savaşlarından, anlamamazlıklardan, anlaşamamazlıklardan filan önce daha temel şeylere takılıyorum ben. Ömer’in aradaki pürüzleri ortadan kaldırma niyetini, taze bir geleceğe sağlam adım atmak adına geçmişin kırıklarını onarmak istemesini anlayabilirim, anlıyorum da. Fakat anlamadığım; mutluluğu, o haftalardır –hatta belki aylardır– beklenen “şahane an”lar kapıya kadar gelmişken o anları bu anlara bu kadar alelacele kurban vermek. 

İsmail sen bu haftanın hiç de harika olmayan detayısın; ve tavrından o kadar hoşnutsuzum ki ciddi anlamda hazzetmediğim şu “detay” kalıbını kullanıyorum seni tarif etmek için, düşün o derece. Mesele haklı olduğun veya olmadığın değil. Bir “can arkadaş” olarak, can arkadaşının acısının en büyük -belki de tek gerçek- şahidi olarak tepkisel olmanı anlayamamam kıtlık olurdu. Ayrıldığı sevgilisiyle barıştığında kendisine çevresince cephe alınan her –inan bu sayı hiç az değil– insan evladı da durumunu az çok anlar zaten. Fakat damarımıza enjekte edilen Sezen Aksu ezgili Defne-İso hatıra geçidinde karşılaşıp hatırladığımız o açık görüşlü, sağduyu sahibi, tarafsız eski dost İso’nun bünyesine yapışıp kalan bu aşırı doz inat, psikolojik saldırganlık ve empati yoksunluğunun anlaşılabilecek pek bir tarafı bulunmamakta. Bir avuç kalmış Defne’yi sen taşımış olabilirsin, ama bunu her fırsatta kafamıza kakacaksan ben kardeşliğin mi daha büyük egon mu diye sormak zorunda kalırım. 

Acıları kıyaslamak. Sadece kurgu bir hikayede değil gerçek hayatta da en katlanamadığım şeylerden. Kendinizinkinden başka kimsenin acısını bilemezsiniz. Aynen sadece “gittiğini bildiğiniz, kolay olduğunu bilmediğiniz” gibi. İso Defne’nin bedeninden kaç kilo gittiğini onu taşımak zorunda kaldığında anlayabilir belki, ama ne Defne’nin ne Ömer’in ruhundan kaç tonluk bir parçanın uçup gittiğini bilemez. O parçanın ne kadar büyük veya derin bir boşluk bıraktığını tasavvur etmesi imkansızdır. Her acı eşsizdir. Sadece ve sadece sahibine aittir. Ömer’le Defne’nin bile birbirlerinin kırıklarını tam olarak anlayamadıkları - çünkü anlayamayacakları- bir noktada, taraflardan birine “sen çok iyisin maşallah” demek isterse taraflardan ötekini bin kez kucağında taşımış olsun, İso’ya düşmez. 

“Kucaklarda taşınmak” da acının kıstası değildir zaten. Acının bir ölçü biriminin olduğunu kim söylemiş hem? Istırap, insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz etmez miydi? Kendisini bir değil ikinci kez okuyan, içi şişince sakinleşmek için Albertine Kayıp’a sığınan Defne’ye, romanı açan “Mademoiselle Albertine gitti.” cümlesinin hemen ardından gelen bu cümleden ne anladığını sormaya müsaade var mı? Albertine Kayıp’ı elinden düşürmüyorsan, bu cümlenin de ruhunda dokunduğu bir yerler olsa gerek... Yok  mu?

“Istırap, elle tutulamaz, gözle görülemez; her ruha başka bir kapıdan, her bedene başka bir yaradan sızar” yazmalıydı belki de Proust. Ne yapalım, kısmet. Ama “her erkeğin ıstırabına giden yol boş midesinden geçer” yazmadı diye de mi kızalım adama? Hem hiç tarzı değil, hem de sen bunu görmüştün zaten öyle değil mi Defne? Bize yazılı olarak bile bildirilmişti “Ömer’in hayatında hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığını gören” Defne’ler. Günler boyunca Ömer’in yemek yememesini dert edinen Defne’ler için, “bunun da sebebini bir tür teşhis edilemeyen mide kurtçuğu mu sanıyordu yani?” diye ironi yapmak zorunda bırakan kader utansın mı? Bilemiyorum, kadere söz geçirebilen var mı ki?

Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER