Bazı şeyleri sözcüklerle anlatmak
zor. Büyük puntolarla yazılmış olanlar kolayca okunuyor da, satır aralarına yerleştirilen
naifliklere dikkat çekmek zor oluyor. Mesela Yılmaz Güney’in “Umutsuzlar” filmini her izleyişimde içim
dolup dolup taşar ama izlemeyen birine konusunu anlatmaya çalıştığımda
beceremem; o kadar da etkileyici gelmez kulağa. Bir kağıt kesiğinin ince
sızısını, bir bıçak yarasının acısı kadar kolayca ifade edememek gibi bir şey
bu. Onu görürsünüz, yaşarsınız ve tüm benliğinizde hissedersiniz ama o anın
dışında kalan birine aktarmak istediğinizde, sözleriniz bir şey ifade
etmeyebilir. Çünkü anın büyüsü denen bir şey var, sadece içinde bulunanın
hissedebildiği…
Şimdi
ben de, Defne’nin, Ömer’in sıcacık ve aşk dolu avuçlarına her zaman sorgusuz
sualsiz bir şekilde bıraktığı ellerini, artık kolayca Ömer’e teslim edemeyişinin
bende yarattığı kağıt kesiği acısını size nasıl anlatsam bilemiyorum. O kısacık anın, ayrı geçirdikleri bir
yılın ardından hayatının kapılarını Ömer’e rahatça açamayan Defne’nin küçük bir
yansıması olarak, o Ömer’in hep muhtaç olduğu bembeyaz ellerini onun ellerine
bırakamayışının, o çekingenliğinin bir tarifi yok ki bende. Oysaki Defne daha
önce hiç sakınmamıştı ellerini, Ömer’in ellerini tutarak hayata tutunmasına
yardımcı olmuş; kalbindeki duyguları, desteğini, sevgisini ve şefkatini hep
aktarmıştı. “Susuzluğum dudaklarında dindi,
yalnızlığım ellerinde.”* Şimdiyse savunmaya geçmiş bir şekilde ellerini
cebinden çıkarmayışı, sanki o aralarındaki özel iletişimi, o duygu aktarımını
kesmek gibi geldi bana, kalbimin bir köşesi ince ince sızladı.
“En kötüsü
beni koyup gitmendi. O, öyle bir yalnızlıktı anlatılmaz.”
Defne, neden korktuğunu soran
Ömer’e, ellerini teslim edemeyişiyle, sözlerinden de önce, tam olarak neden
korktuğunu gösterdi aslında. Teslim olmaktan korkuyor! Ömer’in ellerinden
ellerine yayılan samimiyeti, sıcaklığı hissederse bir daha ellerini geri
çekemeyeceğini biliyor çünkü. O depodaki sözleri; yaşananlardan sonra kafasının
gittiğini, sevdiği adamdan uzak kalamayacağını ve onun çekimine her an kapılıp
gidebileceğini kabullenen bir kadının, akıntıya karşı çaresiz son
çırpınışlarıydı. Ani öfke patlamalarıyla fırtına gibi esen Ömer’in, Defne’yi
Pamir’in arabasından indirmek isteyişi, sinirlendiğinde bilgisayarını çarparak
kapatması, nice emekler vererek alıp da kıymeti bilinmediği için o uğursuz
kitabı öfkeyle bir kenara fırlatması, Defne’nin gözünde hep Ömer’in sert
tarafını yansıtan haller. Zar zor toparlanmış Defne’nin, Ömer’in yumuşacık ve
adaletli tarafına rağmen, o fırtınada yeniden savrulmayı göze alamaması o kadar
doğal ki. Çünkü artık yaralanacak yeri kalmadı.
“
Savruluruz
birlikte, uçarız… Nefesimiz kesilir, heyecanlanırız.” Daha önce de
savruldular birlikte, kontrol edemeyecekleri kadar hızlı giden bir aracın
içinde korkarak, heyecanlanarak, titreyerek yol aldılar. Ve sonunda büyük bir
kaza geçirdiler. Şimdi Defne’nin, hiç değilse emniyet kemerinin takılı
olduğunu, lazım olduğunda hava yastıklarının açılacağını bilmek istemesi normal
değil mi? İşin kilit noktalarından biri de “birlikte olma” hali. Defne’nin
ellerini yeniden Ömer’e bırakabilmesi için, savrulup dağılsalar da ellerinin
bir daha kopmayacağından emin olması lazım. Kavgalar, anlaşmazlıklar illa ki
olur, hatta bazen en etkili ve gerçekçi duygu alışverişleri de o anlarda
yaşanır. Tıpkı, Ömer’in Defne’nin umurunda olmadığını, Defne’nin de Ömer’in
mutluluğunu başkalarıyla paylaştığını sandığı, birbirlerine bir türlü denk
gelemeyip de zaferin mutluluğunu paylaşamamanın hıncını birbirinden
çıkardıkları o müthiş kavgadaki gibi. (Ki Defne’nin
“Her şey önce ben öğreneceğim!” çıkışı tüm kurallardan şahaneydi benim gözümde.) Ama sonucunda terk edilmeyeceğini
bilmenin güvenini hissetmek önemlidir.
Yazı devam ediyor...