“Ben sana
rastladığım günlerde,
Hangi günlerdi
onlar tuhaf şey.
Bir günde
değişiyor kişi
Senden öncesi
öyle uzak ki
Anılar bile yok
sanki
Geldin masaya
oturdun
Ve hayatımı
böldün bir milat gibi...”
Cemal Süreya’nın
bu sözlerini en içten şekilde söyleyebileceğiniz biri var mı hayatınızda? O
kıvılcım düştü mü içinize? Sokağın köşesinde adeta bir mucize gibi hayatınızın
aşkı karşınıza çıktı mı? Değiştirdi mi hayatınızı? Ondan öncesini bir anda
unutup gittiniz mi? Tek bir kişinin tüm bunları yapabilmesi sizce de mucize
değil mi? Bir süper kahraman gibi gökten peleriniyle inip sizi kucağına alarak
başka diyarlara götüren birinin olması hayatta? Eğer bu soruların hepsinin
cevabı ‘evet’ ise ne kadar şanslısınız demektir.
Peki, ilk aşık
olduğunuzu ne zaman fark ettiğinizi hatırlıyor musunuz? İsterseniz sokağa çıkıp
7’den 70’e soralım bu soruyu... Herkesin cevabı aslında ne kadar farklı
olacaktır. Bir ilk okul çocuğu saçını çekmesinden anlar aşkı, başka biri ise
onu yemeden içmeden kesildiğinde... Ya da bir bakmışsınız en yakın
arkadaşınızla sohbet ederken hiç farkında olmadan itiraf etmişsiniz aşık
olduğunuzu:
“Aslında Ömer beyi görünce karnımda kelebekler
falan uçuşmuyor. Ömer beyi görünce bir panik atak geçiresim geliyor, bir sıcak
basıyor, nefesim kesiliyor, nefes alamayacak gibi oluyorum, daralıyorum.”
Belki de kendin
bile kelebekler faslını atlayıp aşkın en yoğun evresine geçtiğini farkında
değilken çoktan o kıvılcım alıp başına gitmiştir hayatında. Sonra aradan yıllar
geçtikten sonra bir dost ortamında heyecanla yaşadığın aşkı anlatırken yüzünde
gülümsemeyle en ince detaylarıyla kendini “Ben
de hiç anlamadım, sonrası çok hızlı gelişti.” derken bulursun.
Aşk budur işte
hayatına girerken izin almaz, önceden uyarıda bulunmaz, hiç beklenmedik anda
hayatının tam merkezinde yerini alır. Korkarsın hem de delice... Üstelik bu aşk
senin nefesini kesiyorsa. Adı üstünde işte: Panik atak!
Bu yaşadığınız
duyguyu en çok uçak korkusu olan biri uçak türbülansa girdiğinde ya da
klostrofobisi olan asansörde kaldığında... Hayat durur. Nefes alamaz. Zamanla
bu nefes darlığı anlamsız bir paniği beraberinde getirir. Doğru düşünemezsin,
düşünmeden panikle hata üstüne hata yapmaya başlamışsındır. Huzurlu hayatın tek
bir anla ters düz olmuştur.

Bir düşünün küçük
ve sade hayatınızı... Hiçbir heyecanı yok. Bir elin parmağı kadar yakınınızda
olan insanlar, her gün aynı saatte gidilen anlamsız bir iş yeri ve sonra her
gün akşam eve geldiğinde yapılan aynı sohbetler. Huzurludur. Konforlu. Güvenli.
Risk yoktur. Öylesine geçinip gidersin. Ancak bu huzur bir anda tek bir kişiyle
yerini nefesini kesen anlara bırakır.
Alışık değilsindir böyle anlar yaşamaya, hele bir de terk edilmişlik içine
işlemişse yaşadığını bu nefes darlığı çok ama çok korkutur. Uçurumun kenarında
duracak gücü bulursun kendinde ama atlayamazsın. Ta ki o sevdiğin gelip
karşısına dikilip “Ya yalnız değilsen? Ya
birlikte düşeceksek? Korkma! Ben eminim artık.” diyene kadar. İşte o an tüm
korkularını unutur kendini rüzgara bırakırsın. O nereye götürürse artık seni...
Ama işte uçurumdan
aşağı atlarken sırtındaki o yük ve geçmişten kalan terk edilme korkusu sürekli
seni yeniden ve yeniden ölmenin eşiğine getirir. Hani lunaparkta bir oyun
vardır kafasını yaşadığı delikten çıkaran hayvanların olduğu. Oyunun amacı bu
hayvanlar dışarı çıkmaya başladığı an, çıkmasını engellemek adına çekiçle geri
ait oldukları yere sokmaktır. İşte Defne’nin de yaşadığı her zaman bu oldu. Ne
zaman kendini nefesini kesen anlara bıraksa bir anda birileri ona ait olduğu
asıl yeri gösterdi. Bazen sözleriyle, bazen hareketleriyle... Her uçmaya
başladığında küçük kuş, kendini kırık kanatlarıyla yerde buldu. O korku ve
nefes darlığı ise her düştüğünde onun benliğinden bir parça kopardı. Alışık
değildi böyle karmaşık ve savaş dolu bir hayat yaşamaya. Bu nedenle düştüğü
yerden sürekli “Sonuçta sürekli diken
üstünde durmak zorunda değiliz. Rahatlık da önemli. Rahatlık, güvenlik falan…
Biraz durulmak, en azından rahat bir nefes almak istiyorum.” diye
serzenişlerde bulundu.