Vladimir: O halde? N’apıyoruz?
Estragon: Hiçbir şey yapmayalım, daha emniyetli olur.
Vladimir: Bekleyip görelim, bakalım ne diyecek bize.
Estragon: Kim?
Vladimir: Godot.
Estragon: İyi fikir.
Vladimir: Tam olarak nasıl davranmamız gerektiğini öğreninceye kadar bekleyelim.
Tam olarak nasıl davranmamız gerektiğini söyleyecek kimse yoktur gerçek hayatta. Kimse hayatımızın bir ucundan tutup, şu kurallara uyarsan daha emniyetli nefesler alırsın demez. Hiçlik, sadece hiçliktir. Beklemek de beyhudedir. Godot gelmez.
Nice yıllardır Godot’yu bekleyen milyonlara bu satırlarla eşlik etmiş olan Samuel Beckett, başka bir ‘muhteşem an’da da bakınız şunu der: Denedin. Yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.
Çünkü hayat, yenilmeden yaşanmaz. Çünkü yenilmekten korktuğu sürece insan, yaşıyor da sayılmaz. “Bir şeyden korkmak, biraz da onun geleceğini beklemektir” zira. Korkularımız, endişelerimiz, çekincelerimiz; biz camı açıp dışarı savurmadıkça sinsi bir is gibi siner kalır hayatımıza. Korkularımızı bir elekten geçirip suyu arındırmadıkça; bulanık, tortulu bir akvaryumun ardından dünyaya bakmaya mahkum kalırız. Korkuyla savaşmaya cesaret edemeyen için, “korktuğum kadar varmış” bir kendi kendini doğrulayan kehanettir aslında.
Zaman hiç bir şey, Defne, şahane bir an yaşayana kadar. Ve o şahane anların hepsi de, Defne, hiç bir şey yapmayıp sadece beklediğinde değil; direksiyonun başına geçip uçurumun kenarında, korkarak, titreyerek, yaşadığını hissederek yol aldığında geliyor. Çünkü şahane an’ların hepsi o yol üzerine dizilmiş durakların tozlu camekanlarında gizli. Bazen, bir köşeyi döndüğünde rastladığın bir duvar yazısında. Veya bir kavak ormanında, yaprakların hışırtısı arasında. Gecenin karanlığında, elinde bir tencere pazı sarmasıyla çıkagelip, ışıkları yaktığın bir evin bahçesinde saklı o ‘şahane’, o ‘muhteşem an’lar...
Bu bölümü çok sevdim. En çok da uzun bir aranın – uzun bir “bekleme” arasının – ardından yeniden muhteşem anlara ışık tutabildiği için. Ömer pişmanlıklar, yıkılmışlıklar, yenilgiler arasında geçirdiği bir yılı temsil eden o karanlık rüyaya sonunda hem yatabildiği, hem de ondan kalkabildiği için. Bu rüya Ömer’in – ama sadece Ömer’in de değil, Defne’nin de, hatta iddia edilebilir ki, biz izleyicinin bile – en başından beri yaşadığı tezatların ve çıkmazların müstesna bir yeninden sahnelenişiydi bir bakıma:
Bazen tek bir an, bütün bir ömrü unutturur insana. Bazen de ömür yetmez, o bir tek muhteşem anı unutmaya.
Yazı devam ediyor...