Ömer’in hayatının hem en mutlu, hem de en mutsuz anı. Defne’nin, içinde bir tutam yalan kalmasına dahi tahammül edemeyeceği kadar şahane olan ve tam da bu yüzden her şeyi unutturma pahasına da olsa ömürlerini değiştirecek o adımı attığı, o aynı anda hem bembeyaz hem de simsiyah olan an. Hem Ömer’e hem Defne’ye kendilerini unutturacak kadar acı veren; ama asla unutmayı da başaramadıkları ve sonunda çözümün unutmak değil o acıya kucak açmak olduğunu anlamayı başardıkları o “muhteşem an”. Ne kadar evrilseler, ne kadar yeniden başlasalar da asla uzaklaşamadıkları o “tek bir nokta”. Söylenemeyen ‘evet’ler. Atılamayan imzalar. Zamana hunharca saplanıp, havada öylece asılı kalmak. Yaşanamayan nice muhteşem an...
Bu muhteşem derecede güzel ve bir o kadar da ıstıraplı anın hesaplaşması ARTIK yapıldı mı sence diye sorarsanız bana – cevabı bilemiyorum. Muhtemelen cevabını hiç de bilemeyeceğim bir soru bu. Geriye dönüp baktığımda, zihnim bana oyunlar oynuyor çünkü. Defne’nin sandalyeden düşecekken Ömer’in onu tuttuğu anı, mesela zihnim, Defne’nin her gece Ömer olmadan daldığı rüyalarda düştüğü uçurumlara benzetecek oluyor; çünkü eminim ki Defne bir yıl boyunca Ömer olmadan uyuduğu tüm uykulardan, öyle bir uçurumdan düşme hissiyle uyanıyor. Defne’yi bir yıl sonra gelip tam düşecekken kollarında bulan Ömer, bir noktada onu o Godot’nun hiçliğinden, hissizliğinden, beklemesinden kurtaran adam aslında... Aynı Defne’ye “Özür dilerim. Çok mu dik davrandım... Söyleyemeyecek hale mi getirdim seni?” diyen; o aşkı, ahengi, ruh birliğini kaybetmeye değmediğini anladığını söyleyerek Defne’yi belirsizlikten, umutla umutsuzluğun arasındaki cendereden kurtaran adam gibi. Şimdi şimdi anlıyorum ki, bunları duyan Defne, bunları duyduğu sırada işittiklerini özümseyemeyecek kadar yorgun, algılayamayacak kadar “bitmiş” olsa da; Ömer’in özrü, daha da önemlisi hayattaki kaybını, yenilgisini kabullenişi bizim beklediğimiz hesabın ta kendisi aslında. O hesabı hâlâ veriyor Ömer. Anılarının kapkaranlık, buz gibi, bomboş sokaklarında, ruhunun harabeleri arasında kaybolarak. Dibi görerek. Karararak. Endişeye düşerek. Yenilerek; ve bunu artık sakin karşılayarak. Asla tesadüf değil ki nasıl Defne’yi karanlık bir odada tam düşecekken kurtaran Ömer oluyorsa, Ömer’i de kaybolup gideceği karanlıkların içine sımsıcak bir ışık yakarak kurtaran Defne oluyor.
Yeniden yükselebilmek. Hayatta kalabilmek ya bütün mesele. Kaçmamak. Buradayım diyebilmek. Buradayım ve ben olmayı bırakmıyorum! Ne kadar da Ömer ve ne kadar da Defne bu – aynı anda. Ne istediğini her zaman daha net bilen ve tam da bu sebeple korkutucu olan Ömer; ve aklıyla kalbi arasında sıkışıp kalan, çünkü yine savrulup giderse bu kez bu aşka nefesinin yetmeyebileceğinden korkan Defne. Ama işte korkudan geri çekilmek diye bir şeye yer yok hayatta; çünkü korkunun ecele faydası azıcık yoksa, yaşamaya hiç yok! Yaşadıkça korkmak var; yaşadıkça savrulmak, uçuşmak... rüzgara kapılıp havalanmak var!
Bana sorarsanız aşkta kurallar da yok, ama siz bilirsiniz! Aşkta hem galipsiniz hem mağlup. Kalbi acıtacak kadar çok sevmektir gerçek aşk. Set, bariyer, engel filan tanımaz. Korkuyla tir titretir pek çok zaman. Laf söz dinlemez, müdahalelerle işi olmaz.
Ama aşk, her şeyden çok gözü kara aşık sever. Sen benimsin diyecek, maşuğu bir kitap gibi okuyacak, sırtına yeşil bir gömlek geçirecek aşığa ise... bayılır aşk!
Aynen bizim gibi.
Darısı yaşanamayan tüm o şahane anların başına!
Yazı devam ediyor...