Kiralık Aşk'ın hayatımıza girdiği tanıtımının ve kendi adıma 1. bölümün sonundaki Defne ve Ömer'i teğet geçen ama bizi delip de geçen sahnenin ardından, bir yıl dört ay gibi bir zaman geçti. Adım adım yürüdüğümüz ve her bir anını hafızalarımıza kazıdığımız Kiralık Aşk'ın vefalı seyircisi olmak kolaymış ama "tatminkâr" olmak gerçekten de göründüğü kadar kolay değil-miş, yeni yeni anlıyorum. Şöyle bir dönüp kendi Kiralık Aşk geçmişime bakıyorum. Tekabülen Fikret Gallo'nun gelişi ve gidemeyişiyle aldığım darbeleri ve buna rağmen kaleme aldığım yazıların yumuşaklığı dikkatimi çekiyor. Yer yer kızmama, sinirlenmeme, kabul edemediğim repliklere rağmen o anlarda koruduğum umuduma bakıyorum uzaktan. Şimdi, özlüyorum o günlerimi. Çünkü gördüğüm hataları içim almıyor artık. Ya ben aptalım, ya birileri beni aptal yerine koymaya çalışıyor ya da karakterler şuursuz, bilemiyorum.
Birinci bölümde öpüşen, yirmi ikinci bölümde evlenmeye karar veren, elli ikinci bölümde düğün yapan Defne ve Ömer'in, bugün geldiğimiz noktada bu kadar konuşamaması ve birbirlerine karşı yaptıkları saygısızlığı kaldıramıyorum. Çünkü sabır taşı olsa çatlardı be kardeşim. Ve eğer bir gün, tüm bu manasızlıkları kaldırırsam, bu dizi için emek veren bir yazar olmaktan çıkarım diye korkuyorum. Sevmekten, keyif almaktan uzaklaşırım diye endişeleniyorum. Hissettiklerimi yazmazsam, içime sinmeyecek. Hissettiklerimi kaleme aldığımda da bir çok okuru derin kederlere sürükleyeceğim diye üzülüyorum. Ve bu noktada da "Günahını bana yazın!" diyebilecek kadar dürüst bir şekilde, sevgiyle açıyorum kollarımı yine sizlere.
Defne'nin, neden bir taksiye atlayıp da gidemeyecekmiş gibi İso'yu çağırdığını bilmeyerek başlıyorum. Hoş, biri beni çağırsa da ışınlanarak gelsem diye bekliyormuş o da ama neyse. Bu toplumsal mesajı, Kiralık Aşk'a yakıştıramıyorum. Ve pek tabii Defne, Ömer'le kapının önüne kadar gidemeyeceğini söyleyebilir, Ömer'le beraber bir taksiye binebilirlerdi. Veya Ömer, arabasıyla Defne'nin bindiği taksiyi takip edebilirdi, konu güvenlikse. Ayrıca Defne kendi de gidebilirdi, daha neler! Her gün taksiye biniyor, güvenli bir durağın da numarası vardır onda bence.
Muhtemelen, sabah namazına mütakiben, İso'yu uykusundan, sıcak yatağından kaldırıp da "Beni gel al" diyen Defne kadar saçmalıyorum şu an. Gördüklerini kafasında bir yere koyamayıp, harmandalı oynamadıklarına emin olduğunu belirten İso gibi hissediyorum ya da. Ama ne kadar saçmalarsam saçmalayayım, bir akşam evvel dudaklarına yapıştığı ama düğünün ertesi günü -haklı sebeple- terk edip gittiği ve bir yıl gibi bir zaman görüşmediği kadını ilk gördüğü yerde, "Stil Vagonu'nu bırak, Pamir konusu da kapansın artık." diyen Ömer kadar saçmalayamam.
Ömer'in maçodan hâllice sert tavırlarını biliyor ve seviyorum ama bu davranışının adı başka. Buna, şuursuzluk deniyor. Ben Defne olsam, "Neden yalnızca Passionis'le çalışayım, bir gün muhasebe yine çıkışımı versin diye mi?" derdim. Ömer'i ne gidişi için suçluyorum ne de Roma'da yaşadığı hayat için. Defne'yle konuşmaya çalışmalarını da üç bölümdür görüyor ve ilgiyle takip ediyorum. Ama öpüştüğü için konunun kapandığını düşünmesini, hiçbir şey olmamış gibi davranmasını ve kendinde bulduğu hakları anlamayı reddediyorum. Ömer'cim, Defne'ye aşık olabilirsin ama onun sahibi değilsin, azcık bi' kendine mi gelsen? Defne'sizlik sende yer yer algıda seçiciliğe döndü zaar. Acilen toparlanmak zorundasın.
Keza konuşacak bir şey olmadığını düşünen, bitmediğini bir türlü kabul edemeyen Defne'leri de asla anlamıyorum. Yaşadığı tüm gelgitleri bana da yaşattığı ve narin bünyeme zarar verdiği için, onu mazur görsem bile, Pamir'e "Sana ne?" bile diyememesine anlayış gösterecek tek bir hücrem yok. Dramla barışığım, acıyı içime geçirmek de kabulümdür ama bunlar benim bünyemde üzüntü etkisi değil, anksiyete yapıyor. Dram nedir bence biliyor musunuz? Acının üstüne çıkmak nedir? İso'dur.