Zaman nedir? Zaman kimdir? Dost mudur düşman mıdır? Yoksa
çaresiz kalıp kelimeleri tüketen dostların ağızlarına pelesenk olmuş bir uyuşturucu
mudur? Sahi zamanın eli dokunduğu her
yarayı iyileştirir mi yoksa geçen süre ile yaradan utanıp gizlemek dışında başka
bir işe yaramaz mı?
Soruların cevabını
bilmiyorum. Tek bildiğim, şu sıralar zamanla pek aram yok. Birbirimizden pek
haz etmiyoruz. İtiraf etmek gerekirse kendisi biraz kırgın bana, o nedenle de
acısını çıkarmak istiyor. Çünkü tecrübe sınıfından arkadaşlarım ona iyi bakmam
konusunda beni uyarırken ben pek önemsemedim. Zamana ihtiyacı olanların
derdiydi o, benim zamana hiç ihtiyacım olmamıştı ki. “Yaralıların yarasını sarmaya
ya da onları kandırmaya gitsin, benim işim yok onunla” diye düşümdüm hep. Evet,
zaman kandırır; çünkü zaman yalancıdır. Ve sanılanın aksine pek de iyi bir arkadaş
değildir. Herkes kendine benzesin, yalanlar söylesin, kendini oyalasın ister.
–Miş gibi yapar.
Sanki zamanla çok iyi arkadaşmışsınız, her zorluğun altından
onun sayesinde kalkmışsınız gibi, buna inanmanızı ve inandırmanız için yalanlar
söylemenizi ister. Ayrıca çok da acımasızdır ve pek tabii kurnaz. Acı çekerken
ağırdan alır kendini, siz hiç geçmeyecek bitmeyecek zannederken, o iyi
geleceğini söyler durur. Mutsuzken, yalnızken, acılar içindeyken aslında zamana
değil de yara açanlara ihtiyaç duyduğunuzu anlamaz. Anlar da yediremez
yüceliğine.. Bilmez ki mutsuzken geçen zamanın acıya alıştırmak dışında başka
bir işe yaramadığını.Sahi açılan yaraların, terk edilişlerin, oynanan oyunların,
çalınan mutlulukların telafisi için ne kadar zamana ihtiyaç duyarız? Bir yıl
mesela az mıdır çok mudur? Yoksa tartılamayacak kadar soyut mudur?
Haklı ve haksız bulmanın adetten olduğu bir gezegenden
yazıyorum bu satırları. Birinin tarafında olmam gerektiğini söyleyen uğultular
var içimde. Tahmin edersiniz ki, uğultular ve zaman çok iyi arkadaş olmuşlar.
Sürekli birbirlerine destek oluyorlar. Ve ben de düştüm o tuzağa, beni de
aldılar içlerine. Birisini daha az ya da çok haklı görmek istedim. Başladı
içimde susmayan seslerin kakafonisi..
Bazen ufacık çelimsiz bir el kalkanınız oluverir..
Ömer’i düşündüm önce. Tam da düşünürken garip bir tebessüm
oluşuvermiş yüzümde ben de anlam veremedim.
Çok yakın olduğum ve epeydir de özlediğim birinin döndüğünü ve umduğu
gibi karşılanmadığını fark ettiğim an kayboldu o tebessüm. 50 küsür haftadır
tepkisinden korktuğum, her yaşanmışlığa “hafifletici sebep olur bu” diyerek
kendimi affediciliğine sığındırdığım Ömer, bu kadar acımasızlığı hak ediyor mu diye
hayıflandım.
İso ya da mahallenin diğer sakinlerini işin içine karıştırmayacak
kadar hassas davranacağım.
Kırılmışlıklarla, kandırılmışlıkla paramparça olup gitti Ömer. Hani şu
kızın çekip gittiğinde her şeyin daha iyi olacağını düşüp sonrasında pişman
olan kitaptaki adam gibi. Giderken daha
başka neleri kırdı, parçaladı bilemiyoruz. İşte tam da bu an içimden gelen gür
bir sesin yardımıyla da yazıyorum bu satırı: Çekip gitmeyi Ömer’in anasının ak
sütü gibi helal ettim ben kendi içimde.
Yazı devam ediyor..