Yok Defne. Bittim. Bitti. Defne bunu, yalnızca kıyısında dev bir volkan gibi patladığı Ömer’in kalbine bir ateş topu gibi bırakmıyor. Herkese, her fırsatta söylüyor, evde işte... Hep ama hep bunu söylüyor, başka şeyler söylerken de. Anlamamızı istediği şey; bildiğimiz Defne’yi Ömer’in – yokluğunun - bitirip tükettiği. Ömer’in varlığı ile doldurduğu; ılık bir akşam güneşi, serin bir sonbahar rüzgarı, bir nefes Sevil Berberi ile şenlendirdiği Defne’nin dünyası, Ömer’in yokluğunda ilk günkünden bile sessiz, ıssız, karanlık kalmış. Bomboş olmuş. En derin yarası yanında olacağına inandığı kişiler tarafından terk edilmek olan Defne; onu karşılıksız sevmek yerine terk etmeyi seçen anne ve babasının yaralarını saramadan, “bundan sonra hayatımız böyle olacak; eskimeden, eksilmeden, yaş alacağız, birlikte” diyen adamı kaybetmiş. Ömer, Ömer’in Defne’sini bırakmış. Ömer’in Defne’si olduğuna belki de en fazla inandığı anda doğruları söylenen Defne; Defne’nin Ömer’i olamayan Ömer’i bulmuş karşısında. Kim bilir belki bir sene boyunca “Defne’nin Ömer’i olmak istemiyormuş” diye ağlamış Defne, Ömer İtalya sokaklarında Defne di Ömer diye haykırırken.

Doğru olmadıktan sonra haklı olmanın ne anlamı var diye yazdığımı hatırlıyorum bir zamanlar buraya; Ömer’in Bir Pazar Kahvaltısı eşliğinde yüzüğünü çıkardığı günün arkasından…O gün yüzüğü çıkaran Ömer’in, soğuk bir kış gecesi banktan kalkıp giden Ömer’in ve son olarak bir gün önce attığı imzayı geri alıp uzaklara giden Ömer’in hep haklı sebepleri vardı. Kendi doğrularınca değerlendirdiğinde asla yanlış çıkmayan, haklı sebepler. Fakat haklı olmak, her zaman doğru yapmıyordu insanı. Hatta bazen haklı olmak, insanı alabildiğine mutsuz da yapıyordu.

Mutsuz olmuştu Ömer ve acısını iki bin km ötedeki küçücük kutusuna atmıştı. Defne ise içine; içindeki kocaman kutuya. Kutu o kadar derin olup çıkmıştı ki sonunda, kutuyu çıkarıp yatağının altına koyduğunda, içinde kalan kocaman bir boşluk olmuştu. İçinde kokuların alınamadığı, seslerin duyulmadığı, renklerin seçilmediği, ihtimallerin, yarım kalanların, hayallerin görülemediği koskocaman bir boşluk.

 “Gözlerini kapat, ve bana bak. Ben diye ne varsa gördüğün, işte o benim yokluğum.” demiş Cezmi Ersöz. Defne diye ne varsa Ömer’in gördüğü, işte o Defne’nin yokluğu. Çalışma odasının %30’unu kaplayan, içi bomboş kocaman turuncu ağaç kovuğuna bakabilir Ömer, Defne’yi göremediğinde.

Ama boşluklar ne içindir? Doldurmak. Bir yağmurla kurumuş dereyi canlandırabilir, bir nefesle rüzgarı çıkarabilir, bir tuvale turuncunun bin bir tonunu dökebilir, saatleri yeniden ayarlayıp zamanı yeniden akıtabilirsiniz. Çünkü zihinler donup kalsa da kalp atmaya devam ettikçe, umut hep vardır.

Olmayan tek şey nedir biliyor musunuz? Mutluluğun – ve aşkın – iyi edemediği şey. 

Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER