“Hayat, aldığımız
nefeslerle değil, nefesimizi kesen anlarla ölçülür” derdi bir eski tanıdığım.
Bir başka eski tanıdığım da, giden birinin ardından “sadece gittiğini
biliyoruz, kolay olduğunu bilmiyoruz” derdi.
Fakat benim kafamda
başka bir söz yankılanıp duruyordu, durmadan. “Mutluluğun
iyi edemediğini iyileştirebilecek ilaç yoktur,” diyordu. Soğuk bir Alman
operasından mıydı bu söz, yoksa sıcacık İtalyan mıydı karar veremiyordum. Çünkü
mutluluğun bir insanın en muazzam cevheri, ama aynı anda en büyük laneti
olduğunu söylüyordu bana. Mutlu olamadığımız hayatların bir hiç; o hayatları
yıllara, aylara, dakikalara bölen saatlerin durmuş; o saatlerin gösterdiği
zamanların ise kayıp olduğunu söylüyordu. Zamanın bir hiç olduğunu söylüyordu,
ta ki gerçekten mutlu olunan o şahane “an” yeniden -bu kez gerçekten - yakalanana
kadar.
Bu yazıya
başlarken burada değildim ama ben. Hem de hiç. Sonra kendimi buraya gelmiş
buldum çünkü bıraktığım yer, mutsuzdu. Bıraktığım yerdeki ben, gitmeye hakkı
olan; gerçekleri duyunca gideceği herkesçe her zaman biraz malum olan; ve fakat
giderek mutlu olamadığını gördüğünde, mutsuzluğunu da pişmanlığını da özrünü de
affını da küçücük kutusuna koyup, her birini göstermekten artık çekinmeyecek
bir adam olarak geri dönen Ömer İplikçi’nin anlaşılamıyor olmasına üzülüyordu -
veya içerliyordu diyelim. Klavye başına oturan ben, çok değil birkaç gün önce
Ömer’in kendi kendini dövdüğü göğsü yumruklayan Defne’nin ellerini anlıyor; ama
o Ömer’in pişmanlığını, özrünü, hak verişini, hatasını kabullenişini duyamayan
Defne’nin kulaklarını; Ömer mütemadiyen kendisinden çok Defne’nin azabını
çekerken, bu hikayenin tek canı yananı kendisiymiş gibi haykıran Defne’nin
vicdanını anlayamıyordu.
Sonra o mutsuzluğun
içine baktım; kendine yalnızlığın tuğlalarından yalnızca duvarlar değil dev bir
turuncu kale inşa etmiş olan Defne bana geri baktı. Dik bir dağın tepesine
kurmuştu şatosunu. Yamacında usul usul akmaya başlayan suyun sesini bastırmak
için, “aheste aheste” gelmeye başlayan rüzgarın uğultusunu duymamak için kendi
kendine anlattığı masalların sesini açtıkça açan yalnız bir kraliçe. Her
zamankinden daha güçlü olarak geri döndüğünü söylediği kraldan belki de daha
güçlü bir kraliçeydi bu. Mutlu olacak yerleri uyuşmuş, umudu bir yıl boyunca
kırıla kırıla ağzına yapışan bir avuç leblebi tozuna dönüşmüş, yorgun, tükenmiş
bir kraliçe.
Tanrı kadını;
güvenmiyorum diyen, duyduğu bir yalan ile bildiği tüm gerçekleri unutan ve
hatırlaması bir yıl alan adam da, güvenmeyen kadını yaratmıştı. Kendi kalesini
yıkıp karanlığın üstüne çıkan adam; karanlığının üstüne kendi kalesini kurup
içeri kapanan kadının mimarıydı. Biri yıkılırken öteki yükselen kalenin
duvarları, ayarı bozuk eski bir saatin akreple yelkovanı gibi aynı çizgide
takılı kalmış, birbirini ittirip durmuştu. Zaman da bu yüzden durmuştu zaten.
Akmaz hale gelmişti. Bütün anlamlarından soyunmuştu.
Yazı devam ediyor...