Bir yerden bir yere gitmek için
kat edilen mesafedir yol. Hiçbir zaman tekdüze değildir. Hayat da öyle upuzun
bir yol işte. Varılacak yerin kıymetiyle doğru orantılı olarak, yoldaki
engebeler, dolambaçlar artıyor. Kimi zaman çatallanıyor, kimi zaman da tam
sonuna geldik sanırken birden yeni bir kıvrımla devam ediyor. Defne’nin de en
başta dediği gibi “Farkında mısınız hayat hep yol ayrımlarıyla dolu. Defalarca
karar veriyoruz, bir yere sapıyoruz. Tamam benim yolum burası diyoruz. Sonra yeniden bir çatala çıkıyor o
yol. Yeniden, tekrar tekrar karar vermek zorunda kalıyoruz. Sonunda bütün bu
seçimlerimiz bizi biz yapıyor. (…) Ne de olsa yürümeye mecburuz. Ve hiç
unutmamak lazım, bu yolları bir defa yürüyoruz, provası, ikinci şansı yok.”
“Herkes seçer kendi yolunu
Bilmez ki mutsuzluk mu sonu?
Şu günlük güneşlik dünyada
bulur en zorunu”*
Defne’yi bu yolun başına getirip
koyan Neriman Hanım idi ama o yolda aşk tabelasının gösterdiği yöne sapmayı
Defne seçmişti. Daha doğrusu ayakları geri geri gitmek istese de kalbi o yöne
doğru koşmayı tercih edip yola koyulmuştu bir kere, o da peşinden gitti
mecburen. Şu günlük güneşlik, yalnızca gündelik problemlerin olduğu dünyasında
gidip en zorunu bulmuştu kalbi. Sert yönleri ve ördüğü duvarlarıyla Ömer son
derece zor bir adamdı. Girdiği oyun olmasa o sertliği Defne’yi asla korkutmazdı,
ama utancını ve mahcubiyetini devamlı taşıdığı bu oyun yüzünden aşklarının sonunun
mutsuzluğa çıkmasından ölesiye korkuyordu. Çünkü Ömer güzel sözleri dışında
aksini vaat eden hiçbir somut harekette bulunmamıştı. Ve gün geldi en çok
korktuğu şey gerçekleşiverdi.
Nasıl da özlemişim...^^
Aylardır yaşanan sürecin Ömer’i
yumuşatmış olmasını umuyordum, hiçbiri boşuna olmamalı diyordum. Dedesinin kız
isteme törenine gelmesi yüzünden ettikleri ve yüzük çıkarmayla sonuçlanan
tartışmadan sonra beni ileriye dönük olarak umutsuzluğa sürükleyen en önemli
şey de; Ömer’in onca yaşanan şeye rağmen hayatı hâlâ daha, sadece dümdüz bir
yoldan ibaret görüyor olmasıydı. Çünkü öncesinde hep aksini savunuyordum ancak o kavgayla “O zaman tüm o engebeleri boşuna mı atladık,
uçurumların kenarından geçen yollarda boşuna mı direksiyon salladık?” diye
sorgulamıştım. Ömer yol boyunca uyumuştu da o yüzden mi görememişti aşılan
engelleri? Ama şimdi görüyorum ki hiçbiri boşuna değilmiş, 1 yıl gibi bir zaman
kaybına yol açmış olsa da sonunda hepsi Ömer’in -çok şükür ki- şu gününe
gelmesine hizmet etmiş.
“Bir fırtınaydı
savruldu gitti
Zor gibi kor gibi
yakıp da geçti
Ne karmaşaydı
çözmem gerekti
Her biri sevgiyi
yıkıp da geçti”**
Tam da nikahtan önce yapılan dev itirafın ardından,
Ömer’in çekip gitmesi çok olası bir durumdu. Kafası her attığında inzivaya
çekilip olayı kendi içinde çözmeye çalışmasına alıştık. Bu karmaşayı çözebilmek için başka yol da bilmiyor çünkü, kendi için en iyi tedavi yönteminin bu olduğunu sanıyor. Ama
ilk defa bu tedavi işe yaramadı. Ne kadar da derbeder bir hayatı vardı. O
bildiğimiz dik duruşlu, her şeyi muntazam olan Ömer İplikçi’den nasıl da
farklıydı. Çünkü Defne’nin daha önce dediği gibi, bu oyun, bildiği tutunduğu
her şeyin karşısındaydı ve gerçeği öğrenince bildikleri de kayboldu, tutunduğu
dalları da kırıldı. İçindeki kor, kalbini yakıp, sevgiyi yıkıp geçti.
Yazı devam ediyor...