Dünyanın en küçük kutusu
Dört bir yanı açık, efil efil esen, kartpostalları kıskandıracak kadar güzel manzaralı... dünyanın en küçük kutusu. 

Bana bunu bir gün Roma için yazacaksın deseler, hatta dünyada en sevdiğin şehrin en güzel apartmanlarından birinin tepesine tünemiş çok güzel bir çatı katı için kaleme alacaksın bu cümleyi diye arttırsalar, ihtimal vermezdim. Turuncunun en az elli tonunu dokusunda taşıyan bir aşk şehrini bir açık hava hapishanesine benzeteceksin deseler, gülerdim. Meğer ağlamam gerekiyormuş.

Yuva dediğin yer, uyuduğun yer, doyduğun ya da... sevdiğin, sevildiğin. Dışarıda ne olursa olsun günün sonunda vardığında oh! dediğin yer galiba. Evet, yuva orası. Defne’nin  –üçüncü ağızlardan anlaşılabileceğinden çok daha derdinden kesili yaralarının acısıyla dolu olsa da– kaçıp gidemediği; Ömer’in ise  –mükemmellik anıtı gibi tepesinde dikilen tüm o Ömer İplikçi kalıplarını hunharca kırmak istermişçesine kilometrelerce öteye gitse de– bulamadığı yer “yuva”. Yattığı uykuda aslında uyuyamadığı, ısırdığı elmanın onu doyurmadığı, bir kez sevildiği gibi asla sevilmediği, ve bir kez sevdiği gibi asla sevemediği yer.

Defne’nin olup biten ne varsa içine koyduğu, sonunda yükünü taşıyamaz hale gelen, sığmayıp taşan ve taştıkça kalbini acıtan küçücük kutusunun aynısından Ömer’de de var. O da kendininkini o kadar çıkarıp atamamış ki, kalkmış yaklaşık 2000km öteye götürmüş. Daha büyükmüş onun kutusu. İçine öfke atmış. Gurur atmış. Bolca da “doğruluk” “prensip” “kural” serpiştirmiş. Gitgide sıkışmış kutu, daralmış, içinde bir solukluk yer kalmamış. Her akşam o kutuya dönüp, akrep gibi sokmuş kendini. Bu gidişat bir sure sonra tatsızlaşmış, bıktırmış onu. Ve fakat yaratıcı biriymiş adam hala; acı anılardan ortaya elle tutulur bir şey çıkarabilir miyim diye bakmış.  Çektiği acıyı tuvale döken Ömer, bir gün o acıyı artık geride bırakmaya karar vermek üzere olduğunu içten içe hissedermişçesine “al kardeşim al al hadi hayrını gör” diye tutuşturmuş yeni sahibinin eline. Çatlakları dışarıdan belli, kırık yerlerinden etrafa turuncular saçılan griler içinde bir kalpmiş, tuvalin üstündeki. 


Şimdi size fragmanlarda kesit kesit görüp üstüne türlü türlü laflar hazırladığımız o sahneden bahsedeceğim. “Bahsedeceğim” demek için bile bir cümle giriş yazmayı uygun bulmamı da sanırım sahnenin kendisinin fazla kısa, fazla üstü kapalı, fazla müphem, uçuşkan ve sembolik olmasına bağlamam gerekiyor. Sarhoş bir adamın eve gelip, elindeki kadehi kafasına diktikten sonra kırmızı bir elmadan bir ısırık alıp uyuyakalmasının kağıt üzerinde fazlaca bir anlamı yok çünkü. Kağıt üzerindekinden fazlasını anlayabilmek için bu 1-2 dakikayı; Ömer İplikçi’nin bozulduğuna kolay kolay rastlanmayan postürünün eğilip büküldüğünü, aldığı yudumun kendi boğazına kastı varmışçasına büyük olduğunu, o elmanın sanki boğaza yapışan bir düşman eliymişçesine hoyratça ısırıldığını, üstündeki ölü toprağı savuşturmak mümkünmüş gibi silkelenen koltuğa hunharca uzanılıp yatılan şeyin bir uyku değil ancak bir kabus olduğunu... görebilecek “gönül gözü”nü açıp izlemek gerekiyor.... Kendi kendini açık seçik, tane tane anlatmayan; sanki sanat için sanat diye bağıran bir festival filminden kopup Roma’ya gelmiş bir sahne bu. Aslına bakarsanız tıpkı kahramanı Ömer’e benziyor. 

Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER