Veya anti-kahramanı mı diyelim? Ömer’e, Sinan’ın deyimi ile yeri göğü –bipleyerek almak gerekirse– “dağıttığı” için sövüp saymamız mı gerekiyor? Onu, saf temiz aşkı her gün dar kuytu İtalyan sokaklarında, yatak odasına bile uğramadığı çatı katı dairlelerinin soğuk duşlarında kurban eden taş kalpli adam olarak görmek midir icap eden? Amacı, kadehindeki içmek veya ısırdığı yudumu yemek değil de boğulmakmışçasına elinde avucunda kalan ne varsa boğazına dizip yutmayı bile beklemeden kendisini karabasanlara bırakan adamı ne yapalım? Bırakalım boğulsun mu?

Sinan bırakmıyor. Kiralık Aşk’ın K’sinin çerçevesinin içerisinden çıkmış olan Sinan... Üçgenin dışında olunca üçgenin en kısa kenarını çizmek için eskisinden daha serbest; kaybedecek bir şeyi kalmadığı için de eskisinden daha cesur olan “eski” ama “eskimeyen” dost Sinan. Ömer tarafından en zor affedilenlerden biri olacağını düşündüğüm ve fakat azgın sularda oradan oraya sürüklenen Ömer’i, geçmişine ait son bir çıpa gibi kolundan tutup bir af denizine demirlemeyi başaran Sinan. Nasıl ve neden boşandığını –aslında bakarsanız evlendiğini bile –bilmediğimiz, ama Katmandu’lara kadar girip ermişliği tadan yorgun ruhunun en koyu demlerinde yüzünü yeniden gösteren, bizim bile en bir canımızın içi, özlendiği çok fena anlaşılan canım Sinan! Çevresinde Defne’ye çektirmeye and içmiş –sırasıyla– Yasemin ve Sude gibi kadınlar olmayan Sinan’ı izlemeyi dört gözle bekliyorum. Yani AŞK’ın hangi harfinde yer aldığının bir önemi yok, çünkü kendisinin yeri gönlümüzün orta yerinde ^^

Fragmanlarda Ömer’i Roma sokaklarından alıp Türkiye semalarına uçuranın Sinan olduğunu görünce çektiğimiz “nasıl yaniiii?!”leri düşünüyorum da...az bile çekmişiz. “Ömer yarım bölümde gururu değil aşkı seçmesi gerektiğini anlasın da ben de göreyim peh!” dediğim günü dün gibi hatırlıyorum, ÇÜNKÜ DÜNDÜ! Gördüm efendim, çok teşekkür edoyorum. Bu hikayeyi hem beklediğim hem de hiç beklemediğim yerinden,  çünkü aslında bir değil birçok yerinden tutan Meriç hanım’a ne desem az. Bence tam olarak bir değil birçok ucundan tuttuğu için eteklerindeki cevherler dökülüp saçılmayacak. Beni bir saat içinde yer yer kıran, yer yer kızdıran, yer yer üzen, göz pınarlarıma bir sevinç bir hüzün gözyaşları dolduran bu hikayeye güven oyum var, tam da bunların hepsini aynı anda yapabildiği için! 

“Haklı falan değilim Sinan!” Hayatının tam bir yılını, freni patlak bir arabanın içinde, uçurumun kıyısında, korkarak, titreyerek, yaşadığını hissederek ama  ekseriyetle “ben haklıyım!” diyerek geçiren; uçurumun eşiğindeki son dönemeci ise sevdiği kadına “iki kişi birden haklı olamaz, sadece öyle zanneder!” diyerek dönen ve o virajı alamayıp kendini uçurumun dibinde bulan Ömer’den geliyor bu söz. Duyun ve inanın, signore e signori! Çünkü duy da inanma değil, yaşa ve gör diyorlar böylesine. Bazı şeyleri görmek için sadece yaşamak gerekiyor belli ki. 

Bir dikenli top vardı, hatırlar mısınız? İşte içinde dikenli bir top taşıyanın; o topu eritip yok etmek için, kalbinin duvarlarını kanatana kadar ağır ağır uzun uzun döndürmesi gerekiyormuş demek... “Mutluluğun iyileştiremediğini iyileştirecek ilaç yoktur” demişti bir önceki perdenin satır aralarında “Aşk ve Öbür Cinler”’den seslenen G.G.Marquez. Bunu ancak; geçici, yapış yapış, uçuşkan mutluluklara bata çıka o sahilden bu sahile savrulan; ama her günün sonunda kendini “yuva”sında değil hep aynı mutsuzluğun kıyısına vurmuş olarak bulan kırık bir yelkenli anlayabiliyor demek... “Haklı filan değilim Sinan!” Hatta aynen zamanında Sinan’a söylemiş olduğu gibi, “Konu Defne’yse, haklı olmayı kovalamam zaten” geliyor sessizliklerin içinden buraya belki de!

Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER