“Kafa karışıklığı, yarım
kalanlar, hayaller, beklentiler, ihtimaller, heyecan…” Sanırım koca bir sezonu,
tam 52 haftayı Ömer’in yeni kış koleksiyonunu hazırlarken sarf ettiği bu
sözlerle anlatabiliriz. Defne ve Ömer’i yakın arkadaşlarımız gibi benimseyip
zamanla hayatımızın öyle bir yerine koyduk ki; onlarla beraber heyecanlandık,
hayaller kurduk, beklentilere girdik. Olmadıkları zaman yarım kalanlar yüzünden
hayal kırıklığına uğradık, ihtimaller denizinde yüzerken kafa karışıklıklarımız
içinde boğulduk. Tabi bir de bunların yanında dünyanın en kısa fakat en çok
anlam içeren kelimesini de eklememiz lazım; aşk! Onsuz eksik kalırız çünkü;
tamamlayamayız kendimizi. Ve elbette ki Defne ile Ömer’in masalını da…
Sezen Aksu ile Özdemir Erdoğan'ın “Bir küçük aşk masalı” şarkısını her dinlediğimde “Ne olur gerçek olsa masallar ya da biz
masal olsak?” temennisi yahut beklentisi üzerine düşünürüm; masallar mı
gerçek olsa yoksa biz mi masal olsak diye. Genellikle de böyle bir seçme şansım
olsa masal olmayı tercih edeceğime karar veririm. Çünkü masallar gerçek olsa,
onları da gerçeklerle kirleteceğimizden korkarım. Bırakalım hiç değilse onlar
dokunulmazlıklarını sürdürsünler. Ama “gerçek bir masal” olan Defne ile Ömer’in
böyle bir şansı yoktu. Onlar her zaman hem masalların güzelliğini yaşadılar,
hem de gerçeklerin keskin tarafıyla yaralandılar.
"Gelinlerin tatlı telaşı" isimli Facebook grubuna üye mi olsan tatlı Defnem?
Her Türk insanı gibi “çok güldük,
başımıza bir şey gelmesin.” korkusunu taşıyorum genlerimde. “Zaten küçüklüğümden beri saadeti israf
etmekten korkar, bir kısmını ilerisi için saklamak isterdim.” diyen Raif
Efendi’yi bu kadar benimsemem de bundandır belki. Masallar mutlu sonla biter
biliyorum, lakin biz daha şükürler olsun ki sona varmadık. Aksine çok kalabalık
ve de gürültülü bir mola yerindeyiz şu anda. O yüzden de tam anlamıyla “gerçek
olduğu için klişe olan” tüm o evlilik hazırlığı sahnelerini yüzümde bir
gülümsemeyle izlerken, Yeşilçam karakteri gibi hissediyordum kendimi;
“Saadetimize bir mani çıkacak diye çok korkuyorum Nej’at!” Ve korktuğum başıma
da geldi ancak dünyam kararmadı kesinlikle. Tuhaf belki ama “Çok mes’udum dadı,
çok mes’udum” diyerek çamlıklarda koşturan, el bebek gül bebek büyütülmüş Hülya
Koçyiğit modundayım Cuma gecesinden beri.
Başından beri bir sırrımız vardı; eninde sonunda her
şeyin gelip onda düğümlendiği ve çözüldüğü. Siz deyin dikenli top, ben diyeyim
Demokles’in kılıcı. Sürekli Defne ile Ömer’in ayaklarına dolandı, sürekli
tökezletti onları. Düştüler, dizlerini kanattılar, sonra birbirlerinin
yaralarını tedavi ettiler. En başından şu geldikleri noktaya bakınca aslında
nasıl bir değişim geçirdikleri belli oluyor. Ruhsal olarak ikisinin de
yaşadıkları bir yana, ama bilhassa da Defne’nin adım adım yıpranışı oldukça
bariz. İlk bölümlerdeki o canlılığı, o parlaklığı zamanla soldu bu sır
yüzünden. Aşık olmadan önceki haliyle şimdiki halini karşılaştırdığımızda
yaşananların tozu o kadar belli oluyor ki. Bu süreçte en mutlu olduğu, en tüm
yüklerinden kurtulup dolu dolu seven Defne olarak geldiğini düşündüğümüz anlarında
bile aslında o tozların tamamen temizlenmediğini, yalnızca üflenerek birazının
havalandırıldığını anlıyor insan.