“İnsanlar hayatta gayet dik durabilirler ama bazı
zorunluklar onları alıp hiç istemedikleri karmaşık şeyler yapmak zorunda
bırakabilir. İşin sizin hiç bilmediği bir yönü vardır.”
Size masallarla ilgili
bir sır vereyim mi? Sindirella, Pamuk Prenses, Uyuyan Güzel... Hepsinin
hikayenin başında mutsuz ya da sıradan bir hayatı vardı bile. Onlar
hakkettikleri mutlu sona sadece hikayenin sonunda ulaştılar. Eğer bu prensesler
ilk baştan her şeye sahip olsalardı, bir hikaye olmazdı. Peri masalları
hayatları yarım kalmış iki yaralı insanın birlikte ‘bir’ olup tamamlanmaları
üzerine yazılmışlardır. Bazen bu tamamlanma sürecini yaşamak için de hayat bizi
hiç beklemediğimiz yerlere savurur. Dik durmak isterken her şeye karşı bir
bakmışız ki ya bir kuyunun dibindeyiz ya da kendimizden hiç beklemediğimiz
kadar karmakarışık işlerin içinde. Çünkü hayat yaşanarak öğrenilir, bizler
Necmi’nin “Hayat çok uzun. Daha kaç kere evirileceğine ve değişeceğine sen bile
şaşıracaksın.” sözleriyle dile getirdiği gibi kendi hikayemizi kendimiz
yazıyoruz. Ancak hep küçükken okuduğumuz bu masalların mutlu sonunu hayal
ederek.
Bir romantik-komedi ve
Harlequin romans tutkunu olarak en sevdiğim oyunculardan biridir Audrey
Hepburn. My Fair Lady ve Funny Face filmleri ise vazgeçilmezlerimdir. Bir gün
onun bir röportajını okuduğumda “Eğer
dürüst olmak gerekirse, hala peri masallarını okuyorum ve hepsini çok
seviyorum.” cümlesine takılmıştım. İngiliz roman yazarı C.S. Lewis de “Bir gün
peri masallarını yeniden okuyacak kadar olgun olacaksın.” sözleriyle onunla
aynı fikirde olduğunu ifşa etmişti. Ancak masallara olan asıl ilgimi başlatan
Albert Einstein’ın bir biyografisindeki “Eğer çocuklarının zeki olmasını
istiyorsan, onlara bol bol peri masallarını oku. Çünkü hayatı yaşamanın iki
yolu vardır: Biri hiçbir şeyin mucize oImadığını düşünmek, diğeri her şeyin
mucize olduğunu düşünmek. Ayrıca hepsi bir hayat okulu gibidir.” açıklaması
olmuştu. Ve işte o günden sonra çocukken en sevdiğim masalları yeniden okumaya
başlamıştım, hem hayata dair yeni dersler almak hem de mucizelerin var olduğuna
inanmak için. İşte kaç haftadır her yazımda alıntılar yaptığım masallara olan
tutkumun sırrı budur. 52.bölümü izlerken de aklımda bir masaldan diğerine doğru
yolculuğa çıktım. Ancak en çok Ömer’in bekarlığa veda partisinde dolaşıp duran
Pamuk Prenses’te takıldım.
“Ayna, ayna söyle bana: Bu dünyadaki en dürüst
insan kim?”
Andersen ve Grimm
masalları arasındaki en masum ve kendi değerini fark etmeyen karakterin Pamuk Prenses
olduğunu biliyor muydunuz? Bu özelliğini ise ismini aldığı kardan yani suyun ta
kendisinden almıştı. Hayatı boyunca bir kere bile aynaya bakmayan prenses ne
güzelliğinin farkındaydı, ne de sihirli dokunuşlarıyla insanların hayatını
değiştirdiğini... Hatta kendisini ormana öldürmeye götüren avcının bile bunu
yapmasını engelleyecek ya da ormanda kaybolurken karşılaştığı yedi cücelerin
evlerini temizlemek karşılığında kendisini misafir etmelerini isteyecek kadar
iyi kalpli. Hayatını da hep iyi kalmaya borçludur. Ancak iyi kalpli olması,
hayata dair doğru adımlar attığı anlamına da gelmez. Hayat acemisi Pamuk
Prenses hepimiz gibi yaşadıkça öğrenir hayatı... Ama şanslıdır, kendisine
tavsiyeler verecek yedi tane cüce olmasından. Hikayede cücelerin çok sevdiğim
iki tavsiyesi vardır:
- “Hayatta her şeyi
Tanrı’dan beklememek gerekir. Bazen kendimiz harekete geçmeliyiz. Senin
durumunda, artık daha geç olmadan gerçek hayata geri dönmelisiniz. Yani demek
istediğim: Vaktini daha fazla harcama ve bugüne kadar yapılması gerekeni artık
yap! Daha fazla saklanma. Ve kendi acımak yerine hayatına dair en doğru kararı
almaya çalış.”
- “Işığı görmek
isteyenler önce karanlıkta ilerlemeye başlamak zorundadır. Genellikle hiçbir
şey göründüğü gibi değildir. Ve o aradığın mutluluk bu dağların arkasında. Eğer
oraya gider ve sorunlara neden olan kişilerle yüzleşirsen, sorunlarının
çözümlerini de daha iyi bulursun.”
52 bölümlük Kiralık Aşk
maratonunda kaç kere kendimi ekran karşısında Defne’ye bu tip tavsiyeler
verirken bulduğumu tahmin edemezsiniz. Bir yanım ona sonuna kadar hak veriyordu
böyle bir sır Ömer İplikçi’ye açıklanamaz diye, diğer yanım ise hiç
hakketmediği için onun bu yükten kurtulmasını arzu ediyordu. Yaşadığı tüm
acılara rağmen hayata hep iyi yanından bakmaya çalışan ve sürekli gülen bir
Defne Topal vardı birinci bölümde karşımızda. Sakarlıklar yapmaktan çekinmeyen,
düşünmeden konuşan, hiç beklenmedik anlarda esprilerden yapan, taklitleriyle
herkesi güldüren ve kendi yüzünden gülümsenin hiç eksik olmadığı bir Defne!
Ancak biz o mucizesini anlatırken bu Defne’nin içine girdiği oyunla hayatı dolu
dolu sevmekten vazgeçmesine, dik duruşunun yavaş yavaş sırtındaki küfeyle
kamburlaşmasına ve gözlerindeki ferin kaybolmasına şahit olduk. Deli gibi aşık
olmasına rağmen aşkının tadını sırtındaki yük yüzünden hiçbir zaman doyasıya
yaşayamayan. Hep bir burukluk içinde olan.