Ömer’i anlamıyorum. Ama anlayamamaktan değil, anlaşılmayı beklemediği – veya sanki öyle veya böyle bir biçimde anlaşılmayı istemediği için. Ensesine Defne hanımların (keşke orada bıraksaydı dediğim) tüylü kalemini değdirmek suretiyle tepesini attırmak istediğim Ömer beylerin bu tavrı; “lütfen beni anlamaya çalışıp boşuna sigortalarını attırma” diyor bana. İtiyor beni, “benim anlaşılacak bir tarafım yok, haklı bir tarafım da yok, bütün bunları kovalamayı geçtim, acının en tepesinde bana özel hazırladıkları b.k çukurunda biraz debelenmek istiyorum” diyor. Zaten rüzgar kesilmiş ve nefessiz kalmış. “Benin beynime oksijen mi gidiyor ki sen benle uğraşıyorsun?” diyor bana.
Ellerini ayaklarını birbirlerine bağlanmışçasına acıya düşmek böyledir işte. Acıya düşersiniz, ve debelenmezsiniz bile, çünkü acıyı hak ettiğini kabullendikten sonra zaten ötesi yoktur. Benim yerim şu an burası, ben bugün acının üstünde durmaya layığım demektir bir bakıma. Bunu diyen, çoğunlukla bunu dediğini farkında bile olmaz ve de... Ama içten içe bildiği aslında budur. İçten içe... "Ben Defne’ye içim dedim. Sonra ona git dedim. İçim boşaldı işte, anlasana.. Tabii ki 'mağaza işi ne oldu?'; çünkü içimde başka bir kelime mi var?
Öte yanda o Defne, “iç”inden çıktığı boşlukta öylece asılı kalır. Ve o da debelenmez. Kaçmaz bile hatta, yavaş yavaş gider. İstifasını vere vere. O işkencenin her safhasını ağır çekimde yaşaya yaşaya. Hani zamanında Ömer için söylediği gibi, büyük büyük, afili afili. Defne afilisi de budur işte. Afili afili uzaklaşmak. Afili yalnızlığının yarısını yanına alıp, yarısını arenanın ucunda tek başına oturan yaralı bir boğa gibi nefessiz kalmış adama bırakarak.
Bu kadarı reva mıydı diyebilirsiniz. Çoğu zaman içimizi açtığı için izlemeye bayıldığımız bir hikayenin, aşa aşa ulaştığımız bu son çıtasında bu kadar üzülmeye? Çıkarıp avucunun içine koyduğumuz kalbimizin, o avucun içinde unufak olmasına? O yaralı, nefessiz kalan boğanın gelip böğrümüze oturmasına? O acının tepesine çıkan adamın ayakları altından kayan acının, bizim üstümüze adeta azgın bir nehir gibi boca olup hepimizi tek tek boğmasına? Olmasa olmaz mıydı? Olduktan sonra, nasıl akıp giderdi onca acı? Nasıl kuruyacaktı bizim sel altında kalan topraklar?
Cevabı basit. Ama bir o kadar da zor. Sonunda anlıyorsunuz, halbuki anlaşılacak tek bir tarafı yok. Asla bir mantığı yok. Bu kadar öfkenin, bu kadar haksızlığa uğramışlığın, bu kadar kırgınlığın nasıl olup da akıp gidebildiğini; bu nehrin asla dümdüz olmayan, dolambaçlı yatağında nasıl olup da kendine bir yol bulup denize dökülebildiğini kelimeler anlatamıyor. Anlatabilir mi bilmiyorum. Benimkiler anlatamıyor şu noktada.
Yazı devam ediyor...