Feyza’nın Kaan’dan uzak kalmak istemeyişini anlamak zor değil. Ama
bunun için seçtiği yolu onaylayacak da değilim. Gerek Ali Nejat’la gerekse
Naz’la her konuşmasında bencil ve buyurgan davrandı Feyza. Aldıkları karar
üzerine konuşmadan, sormadan, dinlemeden, duruma yalnızca kendi açısından
bakarak hareket ediyor ve herkesin de buna anlayış göstermesini bekliyor. Dolayısıyla
da beklediği karşılığı alamıyor. Oysa benim çok duymak istediğim “Lütfen beni bırakıp gitme Ali Nejat”
cümlesini yıllar boyunca uzak kaldığı kardeşini özleyeceği için kurmuş olsaydı,
Ali Nejat da bir durup düşünürdü belki.
Barış’ın ölümünün bir kaza olmaması fikrine sanıyorum hepimizin
ihtiyacı vardı. Zira Ali Nejat bunun acısını haddinden fazla çekti. Biz
görmedik ama Eylül de çekmiş fazlasıyla. Enver ve Feyza’nın hayatlarının nasıl
alt üst olduğunu da biliyoruz. Bu büyük acının darmadağın ettiği insanları bir
araya toplamak için hikâyenin böyle bir manevra yapması gerekliydi. Bakalım
Enver bu meseleyi kurcaladıkça altından neler çıkacak…
Flashbacklerde görüyoruz, Ali Nejat ve Eylül
geçmişte çok renkli, çok özel anlar yaşamışlar ve aralarında müthiş bir uyum
var. Bu bölümdeki karşılaşma sahnesi de muazzamdı. Şaşkınlık, mutluluk, merak
ve çekingenlik iç içe geçerek zamanın bir yerinde birbirini gerçekten tanımış
ve sevmiş kalplerin birbirinden tamamen kopmasının mümkün olmadığını gösterdi
bize. Üstelik onlarınki gönüllü bir ayrılık da değilmiş... Eylül'ün hâlâ o
kolyeyi takıyor olması, Ali Nejat'ın boynundaki o nefret ettiğimiz zincirin de
Eylüllü zamanlardan kalmış olması insanın içinde çiçekler açtıran detaylar. Bu
konunun derinleşmesini dört gözle bekliyorum.
Kaan'ın uzaktan kumandalı arabasının pili
bitiyor ve Naz evde pil avına çıkıyor, seçtiği yer ise Ali Nejat'ın kitaplığı!
Ama neden? Neyin nerede olduğunu bilmediği bir evde neden böyle bir şey yapar
insan? Ve de neden kitaplık? Düşünüyorum, aynı şey benim başıma gelse ev
sahibini arayıp sorarım evde pil var mıdır, varsa nerededir diye. Ya da çıkar
alırım dışarıdan, bulunmaz Hint kumaşı değil ya! Sırf Naz'ın karşısına Eylül'e
dair bir şeyler çıksın diye uydurulmuş bir sahne, inandırıcılık sıfır. Üstelik
de kurcalamaya kendisi başladığı halde, "başkalarının eşyalarını izinsiz
karıştırmamalıyız" diye bir de ders veriyor Naz Hanım!
Murat, yakın zamana kadar sinsice yaptığı
planlarını artık açık açık yapıyor ve meydan okuyor Enver'e; çırak olarak
kalmamak için ustasını öldürmek zorundaymış ya... Enver'in Ali Nejat'a
yolladığı avukatı ustalıkla ortadan kaldırarak boynuzun kulağı geçebileceğinin
sinyallerini de vermiş oldu. İhale hamlesini ve Feyza'ya evlilik teklif
ettiğini öğrendikten sonra Enver'in boş durmayacağını hesaplayabilmişti Murat.
Oysa Enver, Murat'ın yapabileceklerini öngöremediği için ona karşı önemli bir
kozunu kaybetti. Ben bu savaşta Enver'in tarafındayım ama bazı cepheleri
Murat'ın almasına da itirazım yok. Teoman Kumbaracıbaşı Murat'ı öyle güzel
yaşatıyor ki karakterden nefret etsem de onu izlemeye her durumda bayılıyorum.
Bu arada, Murat'ın restoranda Eylül,
Neslihan ve Umut'un masasına gelip onların keyfini kaçırması, herkes masayı
terk edince de bütün hesabın Murat'a kalması şahaneydi, söylemeden geçmeyeyim.
Terapist Neslihan'a hiç inanmamıştım, bunu
defalarca da yazdım zaten. Ama Feyza'nın Murat'la evlenme kararı aldığını öğrendiğinde
arkadaşı için endişelenen Neslihan'a yürekten inandım. Bozguna uğramış
hallerine bayıldığım Neslihan'ın merhametli ve yardımsever hallerini göreceğimiz
günler yakın. Dilerim Umut da bunun bir kıskançlık değil dostluk hamlesi
olduğunu çabucak anlayıp Neslihan'ın yanında durur.
Ali Nejat'ın sattığı şirket hisselerinin
Enver'in eline geçmesi ve bunu duyan Tarık Bey'in çileden çıkması beni çok
mutlu etti. Sürekli asık suratlı gezen memnuniyetsiz bir karakter olan Tarık
Karasu'nun birkaç adım öteye geçtiğini görmek güzeldi, Tuğrul Çetiner'in o
parlama anını bize yansıtma biçimini çok sevdim. Enver savaşı başlattı artık,
bu gibi sahneleri daha çok görecek ve daha çok sevineceğiz. ^^
Aşk, gülünmemesi gereken yerlerde gülmemeye çalışmak gibi biraz.
Kendini tutmaya çalıştıkça daha derine düşüyor insan. Genco da âşık olmamaya
çalıştıkça daha çok saplanmış Gökçe’yi sevme fikrine. Bununla nasıl mücadele
ettiğini, hissettiklerini kendinden bile saklamaya çalıştığını hep birlikte
gördük zaten. İtirafını da bekliyorduk. Gökçe’nin Genco’ya böyle bir tepki
vermesi de sürpriz değil. Genco zaten böyle bir tepki alacağını bildiği için
susmuştu bunca zaman. Ama Gökçe’nin öfkesini başka bir açıdan
değerlendirebilmemiz için bir ipucu verdiler bize bu hafta. Enver’le Murat’ın
konuşmasını hatırlayalım; korku ve öfkenin insan vücudunda aynı hormonel etkiyi
yaptığını, bu nedenle korku ve öfkenin sıkça birbirine karıştırıldığını
söylemişti Enver. İşte, Gökçe’nin öfkesini de tam buradan okuyorum ben.
Hissedebileceklerinden korktuğu ve nasıl bir karşılık vereceğini bilemediği
için öfkeye sığındı.
Genco çok üzüldü ama anlaşılan o ki umut var. Yoksa sevmediği,
sevmeyeceğini düşündüğü birine neden böyle büyük bir tepki verir ki bir insan?
Seviyorsa seviyor, ne var yani? “Ben öyle hissetmiyorum, sana o gözle
bakmıyorum” deyip geçer, konu da kapanır. Ama Gökçe’nin öfkesinin altından başka
şeyler çıkacak.
Bu arada, Genco’nun dilinin çözülmesini bekliyordum, bu yüzden
Gökçe’ye açılmasına değil de, açılma biçimine itirazım var. Genco hangi
motivasyonla sabah sabah alkole verdi kendini acaba? Önceki akşam ne güzel
vakit geçirmişlerdi birlikte, sabahın köründe ne oldu da kendini meyhanede
buldu bu adam?