● Ben Ömer’in
gerçekleri bir an evvel öğrenmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Derhal,
gecikmeden, hemen. Hatta “ne şekilde olduğuna bile bakmaksızın” diyecek kadar. Bu
nedenledir ki, bir haftanın daha sonunda sırrın dikenli bir top gibi oradan
oraya sürüklenmeye devam etmesinden temelde hoşnut değilim. Ve fakat, Ömer’in
mektubu okuyup Defne’yle “yüzleştiği” (aç parantez, ağır nüktedanlık içerir,
kapa parantez) sahnenin neden gerçek olmadığını ve tepemden en fazla sinir
getiren ihtimal olan “rüya” olduğunu da anlıyor, hatta bu seçimi başımın
üstündeki en müstesna yere koyuyorum. O bir rüyaydı; o hali ile hiç bir şekilde
“gerçek” olamayacağı için. Bu rüyayı izledik, çünkü bu yüzleşmenin nasıl
“olmayacağını” görmemiz gerekiyordu. Bu
rüyanın böyle çıkmayacağına, hiç bir rüya için olmayacağım kadar eminim ben,
çünkü o rüyada başka bir Ömer’le başka bir Defne izledik biz. Bir başka hayata
ait olan, Defne’nin eli o hayata hiç değmediği için köşeleri sipsivri, içi kaskatı kalmış olan Ömer’i...
Onun hayatındaki, “içindeki” yerini hiç bilememiş, anlayamamış ve sonuçta onun
sevgisine güvenememiş olduğu için, kendini zinhar anlatamayan Defne’yi. Bu rüya
böyle çıkmayacak. Çünkü Ömer bu Ömer değil, Defne de bu Defne değil.
● Defne’nin suya
düşmesine önce çok güldüm. Ama sonra düşündüm; kabuslar böyledir. Neredeyse
hepsi yattığımız yerde “bir yere düşmemizle” son bulur. Önemli olan, son
bulmasıdır zaten.
● Bölümün içinde
esmeyi bir türlü bırakmayan gerilim ve melankoli rüzgarlarına da gülmediğim
sanılmasın, şu an erimiş dondurma kıvamına gelmiş olmam bana bunların
garipliğini unutturabilmiş değil. Misal, Kiralık Aşk’ta görMEmekten nerdeyse snobca
bir “hoşlantı” duyduğumuz elim bir telefonla gelen kara haberler, ortalığı
velveleye veren ambulans sirenleri, ağlamaklı fon müziği eşliğinde ağır çekim
drama drama drama... Yoo, rahatsız olduğum bitmek bilmeyen Neriman-Koray
flashback’leri değil mesela (diyelim öyle olsun ^^), Neriman’ın Koray’a
“neticede garsonluktan geldin hayatım” diyor olabilmesi. Karakterlerin sürpriz
yüzlerini görmeye varım ama “beklenmedik” tepki bir şey, bir karakterden
“beklenmeyecek” tepki başka bir şey.
● Yoksa flashback
seviyorum, hem de çok çok. Üstelik, sahneleri göstermeniz bile gerekmiyor.
Misal, ortalıkta ceylan gibi seken Defne’leri hayranlıkla izleyen, onları
sadece (birer beyaz kuğu oldukları için işi çok zor değil tabii ama) ayaklarından
tanıyan, gizlemeyi pek beceremediği çarpık gülüşüyle onları “çıkışta bekleyen” Ömer’leri;
içindeki star ışığından hala daha şımarmamış ama kaprisli fotografçılara “ben
artık saf değilim, yemem” demesini de öğrenmiş olan Defne’leri... Bize daha çok
verin, hep verin, hep verin efem^.^ Ayrıca; özür dilemesini bu kez hakkıyla
beceren; çok uzun ve derinlikli olmasa da yeterince dolu dolu ve gerçek şekilde
kendilerini ifade edip birbirilerini anlamayı başaran Defne ve Ömer’den de
alırız, bir değil pek çok dal. Bizi dalsız bırakmayın lütfen.
Yazı devam ediyor...