40.bölüm, ekseriyetle benim “olmamışlık” hissi aldığım “dağ evindeki mutlu gün” bölümüne götürdü beni. Neden götürdüğünü gidince anladım. O gün o olmamışlık hissinin bir anlamı vardı; çünkü bugün her şey “olunca” böyle oluyordu. Karşılıklı itiraf edilen küçük sırlar, verilen sözler, hatta aynı kelimelerle sorulmayan ama aslında aynı cevabı arayan sorular: Dağ evinde “neden ben?” diye soran Defne; o gün tam olarak almadığı gerçek cevabı bugün alacaktı. Sen, Defne, sen; çünkü başka bir zamanda, omzuna dokunan başka bir “peri eli”ne tutunabilirdi elbet insan – çünkü hayat ve ihtimaller tam olarak da budur! – ama Ömer’in elini sen tuttun, hayatına sen dokundun, hem de defalarca, ve bunun tüm sözcükleri, tüm “çünkü”leri aşan bir tarafı var, denizin dibindeki avuç içi yeri tüm okyanusun baskısına dayandıracak kadar güçlü bir taraf.  Ve eminim ki, korksan da, şüpheye düşsen de, sen de biliyorsun bunu aslında; çünkü rüyalarından çekilince onları kabuslara dönüştüren şeyde gizli hepsi; tek bir sözcük bile gerektirmeyen bakışlarda. 

Fikret’in kendini önemli hissetme halinin cevabı da Ömer’in bu konudaki hissi kadar açık ve net: Evet hayat ihtimallerden ibarettir; her insan, başka bir zamanda ve başka şartlarda başkalarında aşkı bulabilir. Ama ihtimaller, gerçekleri önemsiz veya geçersiz kılmaz; zaten var olanın yerine geçmez. "Olabilite"ler, olanın yanında uçuşan toz bulutlarıdır, boşlukta olanın gözüne kaçıp aklını bulandırır; ama bir yerlerde “evin kapısını kapattığında gerçek olan” bir şeyler varsa, o kapı kapanmıştır. Geçmişten gelen bir eli, o evin bugününe asan eldir esas olan. Buna geçmişin tozunu almak diyorum ben. Eskiyi reddetmez, değiştirmez, tozunu alıp parlatırsanız; eskisinden bambaşka, çok daha güzel bir şey olur. 

Derya’ya “onu ayartmadım, eritmedim... aşık oldum” diyen Defne, aşkının Ömer’i de bambaşka bir şey de yaptığını hala tam olarak bilmediği için her şeyi kaybedeceğini düşünüyor. Dağ evinde ağlarken sandalyenin arkasında hapsolmuş gibi gördüğümüz Defne, bu bölüm jaluzilerin arasında Ömer’e bakarken aynı parmaklıkların ardında aynı hapsolmuşlukta. Ve o Defne gibi, bu Defne de kaçıyor. Tek fark ne biliyor musunuz? Onun peşinden koşan ve bu kez geri dönmeyen; çünkü “bilmediği gerçeğin” dehşeti her ne ise, onun Defne’yi kaybetme dehşetinin yanında bir hiç olduğunu anlayan Ömer.  



Asansörde önceki akşam ne dediğini merak eden Defne’ye “dedin tabi bir sürü şey...” diyor Ömer. Ben eminim ki sadece arabada söylediklerini kastetmiyor. Senin ta derinlerden gelen o mırıldamanda; uyurken izlediği masum yüzünde “duyduğu” o kadar çok şey var ki onun, aslında sen hiç konuşmasan bile olur...  

Denizin dibindeki avuç içi kadar bir yer okyanusun baskısına nasıl dayanıyorsa, sen de öyle dayanıyorsun Defne. Yaşam bir rezillik aslında, ama bunca çirkinliği tek bir sözcük olmadan söyleyen de, aynı çirkinliğe dayanma gücünü -ikinize de- veren şey de, Ömer’e kapıyı açan senin gözlerinin alevinde ve dudaklarının pırlantasında saklı... 

Oysa sözler ne kadar boş insan sevince, kalbim sanki deli gibi seni görünce... Buydu değil mi?

Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER