Aynı nehirde 2 kere yıkanılmaz, demiş Herakleitos.
Aynı bahar, bir daha gelmez. Anı yakalamak lazım, çünkü yeniden “o an” olmaz.
Yaşayın o anı. Yakalayın zamanı. Hayal kurmayın. Olun.
Defne’nin aradığı
cevaplar var… İsmail’de, Nihan’da, Sinan’da - hatta belki Fikret’te bile - ama
en fazla da kendi aklının dehlizlerinde, kalbinin kör kuyularında... Sorularının
cevabı, bitmeyen çıkmazlarının mucizevi bir çıkış yolu ise...yok. Sadece, tüm
soruları ve cevapları anlamsız kılan gerçekler var. Ancak en tepeye çıkarsanız,
Koray kadar yüksekten uçarsanız görebileceğiniz; yalnızca belli bir irtifadan
sonra netleşen anlamlar...
Belki bahara
güven olmaz, doğrusun Sinan, ama insan oğlunun en temel gerçeklerinden kaçışı
da sonunda gelir, yine en katışıksız
duygularda son bulur. Çevresindeki tüm kötülerin beynini boydan boya kilit
altına almış prangaları, “seni ben yarattım”ları, “sen baya zengin avcısısın şu
an”ları, “her şeyi anlatırım”ları, “anlatmadan aşkını nasıl yaşarsın”ları
sonunda gelir “seni çok seviyorum Ömer” de son bulur. Hiç bir şeyin çözümü
olmayan, ama tüm yalanların tek gerçeği olan şey budur çünkü. Defne’nin bulup
bulabileceği tüm cevap. Onu kalbinde taşıyan için aslında hiç yok olmayacak
olan; yolunu kaybetmiş olana ise “bir daha yaşanamayacak” gibi gelen tek
gerçeklik...
Defne ve Ömer
için beklediğim “serbest düşüş/free fall” bu değildi aslında. Ama düşündüğümde
– Koray gibi ölümlülerin arasında biraz yükseğe çıkınca – en anlaşılır olan bu.
Siz iplerin ucunu bitmez tükenmez sözcükleri takip ederek bulacağını
sanırsınız; ama hayat bazen tek bir kelime etmeden çözülecek basitliktedir. En
karışık düğümleri kelimeler değil, hisler çözer. “Sevmek yetmiyor”dur; ama “denizi dibindeki avuç içi kadar yeri okyanusun baskısına dayanır” kılan tek şey de, sevmektir işte. Defne kadar ve Ömer kadar çok sevmek.
Ömer kadar çok.
Yazı devam ediyor...