Zor ve kara bir kışın ardından
nihayet bahar mevsimine kavuştuk. Pek çok insan gibi benim de en sevdiğim
mevsimdir bahar. Kışın insanın etini ısıran soğuğu, yazın fazla rehavet getiren
sıcağı ve sonbaharın kışa hazırlayıcı hüznü varken, doğanın uyanıp gelin gibi süslendiği
ilkbahar mevsimini sevmemek olmaz. Zaten “ilk”ler bir başka sevilir. Baharda, uyanan
doğanın coşkulu renkleri sarmaş dolaş olur; yeşili, pembesi, sarısı, mavisi kol
koladır. Sonbaharın gökkuşağı bile sepya tonlarındayken, ilkbaharınki daha canlıdır. Eh bu canlanmadan
duyguların da nasibini alması kaçınılmaz. Sinan’ın da dediği gibi; geldi bahar
ayları gevşer gönül yayları. Aşk, mutluluk, coşku… Hepsini hissediyor veya
hissetmek istiyor insan.
"Kim koşup
açmaz ki hemen aşk kapıyı çalınca?” diye Özdemir Erdoğan kendinden son derece emin bir
şekilde soruyor. Biraz haklı; kimisi gözü yolda beklediğinden, daha aşk köşe
başında görünür görünmez koşar, kapıyı açıp onu içeri buyur eder. Ancak herkes
bu kadar kolay kabullenmez kapısına kadar gelen aşkı. Kimisi o sırada başka bir
evdedir, misafirinin geldiğinden haberi bile olmaz. Döndüğünde ise çok geçtir.
Defne gibileri de daha temkinli yaklaşır. Anneannesinden tembihli bir kız
çocuğu olarak, “Kim o?” diye sormadan zinhar açmaz kapıyı. Ama bir kere inanıp
içeri kabul ettiğinde de misafirini rahat ettirmek için elinden geleni yapar.
Ömer gibiler ise, kalesinin etrafına kazdığı timsahlarla dolu hendekleri aşıp
kapısına dayanmayı becerebilen aşk’ın çaldığı zilin sesini uzun süre duymazdan
gelir, hatta “Evde yokuz!” numarası yapar.
Ama aşk bu; kalbimizin saygısız
misafiridir derler. Hatta bence eve gelip bilgisayarı bozan, caanım İran
halısına meyve suyu döken veya değerli kristal vazoyu kıran, misafirin haşarı
çocuğudur. O yüzden de oldukça inatçıdır. Gireceği varsa ne yapar eder başarır;
form değiştirir, zehirli bir gaz gibi kapının altından sızar. Olmazsa kapıdan
vazgeçer, içeri damlayabileceği açık kalmış bir pencere arar. En kötü bacadan dener
ama mutlaka bir şekilde o eve girmeyi becerir. Girdiği zaman da bazen sert
rüzgarlar estirir, bazen de ılık bir imbat.
Uyurken bile büst gibi mübarek ^^
İşte o imbat tadındaydı bu hafta
her şey. Haftalardır saçımızı başımızı uçuran fırtına geçen hafta dinmişti
zaten. Şimdi ise yerini tatlı bir melteme bıraktı. Nasıl da özlemişiz bu güzel
havaları, bu bizi hiç bilmediğimiz ama çok mutlu olduğumuz yerlere alıp götüren
rüzgârları... Bir ilkbahar sabahının aydınlığı ve tazeliğindeki Defne ile ona içinden
oluk oluk akıp taşan aşkını her daim sunan Ömer’i izlemek öylesine iyi geldi
ki. Nisan yağmurları kadar coşkun ve sağanak halde üstümüze yağan Defmer
yağmuruna hasretimden, şemsiyeyi açmak aklıma bile gelmedi.
Aşkta
ruh ikizliğine, aynılığa pek inanmam. Aynı elmanın iki yarısı olmanın heyecan
verici veya ilgi çekici bir tarafı yok bana kalırsa. Mesela şahsen, benimle
birebir aynı bir insanla kafayı yerim diye düşünüyorum. Onun yerine, birbirini
seven iki insan yapbozun parçaları gibi olmalı bence; yan yana geldiklerinde
birbirleriyle bütünleşip resmi tamamlamalılar. Defne ile Ömer arasında da tam
da böyle bir tamamlanma durumu var. Birbirlerinin ömürlerine kattılar kendilerini. Tıpkı Sadri Usta’nın bahsettiği gibi,
vakti zamanında insanın yaradılışında eksik bırakılan kalbi bulup tamamlandı
onlar. Zaten aşk yapboz gibidir, yüreğinizi koymazsanız asla tamamlanmaz
derler.
Beni kötü yakaladın
haziran.
Gamlı, yıkık eylül sonuma
Bir ilkyaz tazeliği getirdin.
Masmavi göğünle,
cana
can katan güneşinle
pırıl pırıl engin denizinle girdin içime.
Çiçekler açtı dokunduğun,
çimler büyüdü yürüdüğün
Ve güller katmer oldu güldüğün yerde*