Aşk ve bahar kapıyı çalınca...
Aradığınız kişi şu anda meşgul, lütfen daha sonra tekrar deneyip de rahatsız etmeyiniz!
Zor ve kara bir kışın ardından nihayet bahar mevsimine kavuştuk. Pek çok insan gibi benim de en sevdiğim mevsimdir bahar. Kışın insanın etini ısıran soğuğu, yazın fazla rehavet getiren sıcağı ve sonbaharın kışa hazırlayıcı hüznü varken, doğanın uyanıp gelin gibi süslendiği ilkbahar mevsimini sevmemek olmaz. Zaten “ilk”ler bir başka sevilir. Baharda, uyanan doğanın coşkulu renkleri sarmaş dolaş olur; yeşili, pembesi, sarısı, mavisi kol koladır. Sonbaharın gökkuşağı bile sepya tonlarındayken,  ilkbaharınki daha canlıdır. Eh bu canlanmadan duyguların da nasibini alması kaçınılmaz. Sinan’ın da dediği gibi; geldi bahar ayları gevşer gönül yayları. Aşk, mutluluk, coşku… Hepsini hissediyor veya hissetmek istiyor insan.

"Kim koşup açmaz ki hemen aşk kapıyı çalınca?” diye Özdemir Erdoğan kendinden son derece emin bir şekilde soruyor. Biraz haklı; kimisi gözü yolda beklediğinden, daha aşk köşe başında görünür görünmez koşar, kapıyı açıp onu içeri buyur eder. Ancak herkes bu kadar kolay kabullenmez kapısına kadar gelen aşkı. Kimisi o sırada başka bir evdedir, misafirinin geldiğinden haberi bile olmaz. Döndüğünde ise çok geçtir. Defne gibileri de daha temkinli yaklaşır. Anneannesinden tembihli bir kız çocuğu olarak, “Kim o?” diye sormadan zinhar açmaz kapıyı. Ama bir kere inanıp içeri kabul ettiğinde de misafirini rahat ettirmek için elinden geleni yapar. Ömer gibiler ise, kalesinin etrafına kazdığı timsahlarla dolu hendekleri aşıp kapısına dayanmayı becerebilen aşk’ın çaldığı zilin sesini uzun süre duymazdan gelir, hatta “Evde yokuz!” numarası yapar.

Ama aşk bu; kalbimizin saygısız misafiridir derler. Hatta bence eve gelip bilgisayarı bozan, caanım İran halısına meyve suyu döken veya değerli kristal vazoyu kıran, misafirin haşarı çocuğudur. O yüzden de oldukça inatçıdır. Gireceği varsa ne yapar eder başarır; form değiştirir, zehirli bir gaz gibi kapının altından sızar. Olmazsa kapıdan vazgeçer, içeri damlayabileceği açık kalmış bir pencere arar. En kötü bacadan dener ama mutlaka bir şekilde o eve girmeyi becerir. Girdiği zaman da bazen sert rüzgarlar estirir, bazen de ılık bir imbat.


Uyurken bile büst gibi mübarek ^^

İşte o imbat tadındaydı bu hafta her şey. Haftalardır saçımızı başımızı uçuran fırtına geçen hafta dinmişti zaten. Şimdi ise yerini tatlı bir melteme bıraktı. Nasıl da özlemişiz bu güzel havaları, bu bizi hiç bilmediğimiz ama çok mutlu olduğumuz yerlere alıp götüren rüzgârları... Bir ilkbahar sabahının aydınlığı ve tazeliğindeki Defne ile ona içinden oluk oluk akıp taşan aşkını her daim sunan Ömer’i izlemek öylesine iyi geldi ki. Nisan yağmurları kadar coşkun ve sağanak halde üstümüze yağan Defmer yağmuruna hasretimden, şemsiyeyi açmak aklıma bile gelmedi.

Aşkta ruh ikizliğine, aynılığa pek inanmam. Aynı elmanın iki yarısı olmanın heyecan verici veya ilgi çekici bir tarafı yok bana kalırsa. Mesela şahsen, benimle birebir aynı bir insanla kafayı yerim diye düşünüyorum. Onun yerine, birbirini seven iki insan yapbozun parçaları gibi olmalı bence; yan yana geldiklerinde birbirleriyle bütünleşip resmi tamamlamalılar. Defne ile Ömer arasında da tam da böyle bir tamamlanma durumu var. Birbirlerinin ömürlerine kattılar kendilerini. Tıpkı Sadri Usta’nın bahsettiği gibi, vakti zamanında insanın yaradılışında eksik bırakılan kalbi bulup tamamlandı onlar. Zaten aşk yapboz gibidir, yüreğinizi koymazsanız asla tamamlanmaz derler.

Beni kötü yakaladın haziran.
Gamlı, yıkık eylül sonuma
Bir ilkyaz tazeliği getirdin.
Masmavi göğünle,
cana can katan güneşinle 
pırıl pırıl engin denizinle girdin içime. 
Çiçekler açtı dokunduğun,
çimler büyüdü yürüdüğün
Ve güller katmer oldu güldüğün yerde*
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER