Bu bir “feel good
/ iyi hisset” yazısı değil. Bir öfke, yakarış, isyan yazısı da değil. İso’ya
sorsak “kısacası, sevgili okur, ben hiçbir şey değilim” bile derdi, belki
hakkında... Ben yine de "ne olduğunu kendisi de bilmiyor" diyeceğim.
Bir şey
izliyorsam, veya -bunu biraz daha genelleyelim- bir yaratıcının dimağından
benim soframa konan bir ikramın tadına bakıyorsam; ondan keyif almam için illa pamuk şeker tadında olmasını
beklemem. Yeri geldiğinde bir kalıp
wasabi yutmuş gibi ağzımın ateşler içinde kalmasına, icab ediyorsa dilimi deep
freeze’e yapıştırmışçasına buz kesmeye razı gelirim. Hatta bana, akla hayale ekseriyetle
çok sık gelmeyen fikir ve duygu değişimleri yaşatıyorsa, düşünmediğim
hatta kendim için ihtimal vermediğim yönlere saptırıyorsa -o şokla yalpalayarak
da olsa- sürüklediği yolda
yürümekten mutlu bile olurum. VAY BE! derim çünkü. VAY BE! diyebilmek bir
şeydir, bence çok da şeydir; kafa çalıştırır, zorlar, zinde tutar.
Fakat o “vay
hatları” aynı zamanda fazla ince, fazla kırılgandır da dostlar. Fazla
tekinsizdir. Bir an gelip neresinden çatlayıvereceğini asla önceden kestiremezsiniz.
Önlem alamazsınız. Tası tarağı toplayıp gidecek yeriniz yoktur çünkü haritanızı
köşe bucak sarmıştır zaten. Ara ara sizi sarsar, yoklar, tedirgin eder, damarlarınıza
adrenalin hücum ettirir. Sonra sessizleşir, durulur siz de tekinsiz hayatınızı
tüm tekinsizliğini unutarak sürdürürsünüz.
Sonra alttan bir
güm sesi gelir. Bir yerlerde birileri cemre düştüğünden, bahar telaşından,
heyecandan, doğum sancısından filan bahseder ama aslında olan şey üzerinde
durduğunuz zeminin sallanmasından ibarettir.
Şimdi, normalde
hep yaptığım gibi kuş bakışı -elimizde Simurg var kanadına tutunacak, buyurmaz
mıydınız?- birkaç katman yukarı yükselip; olan bitenin büyük resimdeki
duruşuna bakmak da bir seçenek. Ne de olsa önümüz bahar olduğuna göre güneş
tepede, gökyüzü parlak, görüş mesafesi açık... Ama o kanat çırpan Simurg’a
yetişemiyorum çünkü bu kez benim kanatlarım kırık. Veya yaralı. Belki beklesem
iyileşir de, ama bugün tutmuyor.
Ben uçmaya
çalıştıkça Simurg’un yeryüzüne saçtığı şifalı tohumlar vardı ya, işte onların
arasında boğuluyorum.
Kiralık Aşk’a
çok içtenlikle bağlı olduğum için onu hep çok sevmeye, zaman zaman bana hissettirdiği
olumsuzluklara rağmen güneşine doğru kanat çırpmaya devam ediyorum. Bugünkü
Kiralık Aşk’ı ise -belki ilk kez- çok sevip bağlanMAmış olsam sevebileceğimi
düşünerek izledim. Ömer’le Defne’yi mesela, bu kadar çok sevmesem ve garip bir
şekilde içselleştirmesem, izlediğim hikayedeki ters köşelerin ne kadar hoşuma
gidebileceğinden, Deföm’ün kalesine beklemedik yerden gelen gollerin ne kadar can
acıtıcı fakat zekice tasarlanmış olduğunu takdir edeceğimden eminim, çünkü
kendimi tanıyorum. Ters köşeleri severim, yanılmayı severim, karakterlerle
beraber çıkmaza girmeyi, onlarla birlikte zorlanmayı, sınanmayı severim.
Yazı devam ediyor...