Ama...

Sen bana bakıyorsun ya,” demişti adam, hatırlarsınız; “sanki bir rüzgâr çıkıyor ve bizi hiç bilmediğimiz, daha önce gitmediğimiz yerlere savuruyor...”  Bugün de bir rüzgar çıktı işte ve beni bu kez hoşlanmadığım bir yere savurdu. Renkleri karıştırdı. İki kişiye ait olması gereken renklere başka tonlar sıçradı.

Orada mutlu muyuz bari?” diye sormuştu kız ve “çok…” demişti adam, hatırlarsınız... Hala çok mutlu olmanın yolu vardı bence, çünkü isterse gök kuşağının tüm renkleri bile olsa etrafta, kendi renklerinizi koruyabilirdiniz. 

Ama koruyamadınız. Defne kendi renklerini bulandıran kötü kalpli Neriman’a olan borcunu kapatacağı için sevinirken, bu sefer iyi kalpli prensese olan borcunun renklerine başka renkler sıçratacağını göremedi... Kötülere borçlanırsanız batarsınız çünkü sizi kötülükleriyle hep dibe çekmeye çalışırlar. İyilere borçlandığınıza ise o iyiliğin altında ezilme riskiniz vardır. Ve bazen bu en kötüsüdür.

Ömer’in yanında olduğu için işkillendiği -ve bunda içgüdüsel olarak haklı da olduğu- Fikret’in, Ömer için borçlanılacak en son kişi olduğunu göremedi Defne... Aynı içgüdüleri, ıstakoz sofrasından kalkıp peynir ekmekli kahvaltı sofrasına oturduğunda, belki Fikret’in iyiliği karşısında, belki de aklı Ömer gibi üç adım sonrasını hesap etmeye ayarlı olmadığı için iflas bayrağını çekti bana sorarsanız....

İnsanlar hata yapabilirler; yapacağımız yanlışlar günün sonunda insan olduğumuz için bir noktada anlaşılır ve affedilirdir de. Ama bazen öyle bir şey yaparız ki aslında yanlış bile olmamasına rağmen bizim hanemize yazılan bir yanlış olmakla kalmaz, bir başkasının doğrusu haline gelir.

İşte Defne’nin yaptığı bence bu. Ve işte bu yüzden ağzıma hala geçmeyen bu uyuşukluğu yadigar bırakıyor. Defne’ye “Ya 200 bin, ya haciz ya da sana güle güle” diyen Neriman’a o 200 bini verip kalmak tek mantıklı çare gibi görünüyor belki ama, o parayı Fikret’ten almak, ona akla hayale sığmayan bir iyilik armağan etmek aslında! Defne bir yanlışı kapatmaya çalışırken, bir başkasına dev bir doğru bırakıyor. Ve Defne’ninkine aslında gönül rahatlığı ile yanlış bile diyemezken, Fikret’e düşen -ve onun tereddüt etmeksizin yaptığı- bu doğruya şapka çıkarmak durumunda kalıyoruz. 

Ömer çıkarmıyor tabii ki o şapkayı ki en fenası da bu zaten... Ömer’in Fikret’e olan tepkisi felaket; anlayışsız, dar görüşlü, önyargılı, çokça gururlu da. Adeta törpülenmeye başlayan Ömer İplikçi köşelerinin en sivri haliyle yerlerinden çıkıp içimize batışı gibi... O dikenli top, bu kez benim içimde dönüyor. Bağırıp çağırdıkça en acıtıcı ifadelerle el çırpıp "bravo" deyip kapıyı çarptıkça adeta içim dağlanıyor. Çünkü biliyorum ki bu tepkisi ne kadar büyükse şu an oturup dinlemediği şeyin ne olduğunu bir gün öğrenirse mahcubiyeti ve pişmanlığı da o kadar büyük olacak.

Eğer bu ekrandan içeri geçme şansım olsaydı -tek bir kere- yapmak zorunda kaldığı şey konusunda sürüncemede kalan, Fikret’in kabul ettiği teklifin ne olduğunu öğrendikten sonra “acaba mı?” diyen, içine sindiremeyen Defne’yi bulup ona şunu derdim: Sırlarla ilgili en büyük sorun ne biliyor musun Defne? Bir gün ortaya çıkabilecek olmaları. Ve bir sırrı ortaya çıkmasın diye içeride dikenli bir top gibi eritmek için altına gireceğin bir başka sır da maalesef aynı kefeye giriyor.

Bir gün senin sırrın ortaya çıkarsa; bir başkasını senin için kendinden ödün verecek kadar yüce gönüllü bir insan yapmış, sevdiğin adamı da ona dev bir mahcubiyet içerisinde bırakmış olacaksın. Kendi ellerinle. Bu, aslında arada bile olmayan bir kadını araya sokmaktan başka bir şey değil. Yine, kendi ellerinle.

İşte ağzımdaki acı tat bu ve şansım olsa bunu sana da bırakmak isterdim Defne. İçgüdülerin Ömer’e hemen şimdi ne pahasına olursa olsun koşmanı söyledi ama o yola kendi ellerinle barikatlar kurduğunu hatta mayınlar döşediğini de ben söyleyebilirdim belki.

Ama olmadı...


Yazı devam ediyor...


 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER