Düşünen Adam heykeli ve Havva'sı

Milli meselemiz haline gelen, dizidekiler dahil kimselerin hanım veya bey demeye dilinin gitmediği Fikret Gallo’lar nihayet cennetlik yüzlerini gösterdiler matmazel, bir bilinmezin üzerinde daha çizik atabildik şükür! Kafamdaki Gallo imajını (ne yapayım bu kadar zaman geçince kendim doldurmak zorunda kaldım ^^) daha ziyade Şeytan Marka Giyer’in buzlar kraliçesi Miranda Priestly işgal etmiş olsa da; gerçek Gallo “ay moda da neymiş” havalarında Miranda’nın yanında çalışmaya gelen “ben bu işleri takmam” kafalı asistan Andy’yi daha fazla anımsatıyormuş zaar! Buyurduk buradan yaktık peki. “Kendi davetinden kaçmaya yeltenen, kalabalıkların darladığı moda dehası” tipolojisi benim kafamda o kadar net ve yerleşik ki; pencere önündeki surattan direk Gallo’yu çıkardım. Kimseleri takmaz görünmekte doktora yazmış Ömer İplikçi de pek tabii ki takmadığı her bir şeyi araştırıp öğrenmeyecek adam olmadığından; (mesela tonla para verip satın aldığı tasarımları üretemeyeceğini bilemeyecek kadar at gözlüğüyle dolaşan bir Deniz Tranba olmadığından) Gallo’nın GBT’sini oracıkta çıkarıverdi elbet. Sonrası da bir takım, artık ekseriyetle her bölüm sonunda göre göre alışmamız icap eden “tilki Ömer beyler ve maceraları” tadında...

Buraya geri döneceğim, elbet. (Tilki dediğin de neticede önünde sonunda kürkçü dükkanına^^) Ama Gallo efsanesinde didiklemekle bitirilmeyecek taraflar var. Eh, her efsanede olduğu gibi... Simurg gibi mesela, hani şu Ömer’in bu bölüm arz-ı endam eyleyen eşyaları arasından çıkan ve evire çevire elinden düşürmediği armadaki anka kuşu. Ertesi gün davette Gallo’nun logosu olarak beliriveren anka kuşu... Şu kadarını artık çok net biliyoruz -veya bilmiyorsak “temel seyir zevki” seviyemizi muhafaza etmek için tez elden öğrenmemiz gerekiyor- Ömer bizi aklının dehlizlerinde dolaştıran bir adam değil. Kafasında neler olup bittiğini bilmemiz değil, aksine bilmememiz icap ediyor. Sinan gibi bulmacasının parçalarını masaya yayıp bizim gözümüzün önünde çözen, Neriman, Koray, Sinan, Necmi hatta Sude gibi artık arap saçına dönen oyunu nasıl evirip çevireceklerini uluorta konuşa konuşa sağır sultana duyuran bir adam değil. Ömer’in planlarını ekseriyetle o planlar devreye konup çarklar dönmeye başladıktan sonra ekranda beliren “thug life Ömer ifadesi” ile öğrenmemiz icap ediyor. Sevdiğimiz Ömer bu; ve hatırlatırım ki onu gözümüzde ilahlaştıran şeylerden biri de bu!

Ama her ilahın da, her tanrısal vasıflarla donanmış ölümlünün de kusurları var! Elbet var. Ve olması da lazım ki çıtayı daha yukarı fırlatacağız diye uzay boşluğunun derinliklerinde kaybolmayalım. Bir takım dağ evlerinde tek edilen Ömer’leri bağrımızda basacak yer kalmadığında “Biz İz’le Ömer’iz” deyip duran bir İz çıkagelsin, Ömer kalkıp onunla içmelere gitsin, bizim de alev alan kalbimiz soğusun. Defne’nin banyo kapılarında perişan olan, dokunmalara kıyamayan Ömer’leri naapsak bilemediğimizde de kalksın aynı Ömer elin kızıyla küçük bütçeli aksiyon sahnesi çeksin, hatta sonra onu göz hapsine tutsun. Biz de alevli meyve tabağını Ömüş’ün ekrandaki hayali suratına fırlatalım!

Temennim; bunlar olsun -çünkü ben gönüllü mazoşistim, bana göre ne kadar acı o kadar güzel- demek değil. Söylemek istediğim, bunlar oluyor, çünkü bu bildiğimiz, tanıdığımız ve evet, sevdiğimiz Ömer’in oyun bahçesinde oynama biçimi deyip; oyunun ilk raunt’unda öfkeyle saha dışı kalmamak gerektiğini hatırlatmak. İlk başta İz’in 'Gurur ve Önyargı'ya el koymasına laf edemeyip sonunda kitabı iç yağlarımızı eriten şahanelikte geri almasını bilen Ömer beylerden bahsediyoruz.

Ve aynı Ömer beyler oyunu; karşısındakini kendi körlüğü içinde kaybolmasını sağlayarak kazanmayı bilirler. Açık etmeden, bağırıp çağırmadan, ama en önemlisi de neyi bilip neyi bilmediğini ve bu bilip-bilmediklerini ne şeklide kullandığını bize uluorta söylemeden oynarlar. 


Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER