Yayın hayatına aslen 2011’de başlamış olan Suits ile şahsi maceram, yanılmıyorsam 1-2 sene evveline dayanır. Hani, biriktirip izlediğiniz dizilere hayatınızın tam olarak hangi boşluğunda çılgıncasına gecenizi gündüzünüzü adadığınızı farkında olamayabilirsiniz ya, işte o tür maceralardan Suits. Bir hafta sonu boyunca -muhtemelen bir resmi tatil ile şişirilmiş; el tabiriyle ‘long-weekend’imsi olanından- 3 sezon Suits izleyip ofise döndüğümde, kendimi filtre kahve sırası bekleyen sıradan bir plaza çalışanı değil; Pearson Hardman’ın 1 sene ‘stajyerlik’ üstü 4 sene ‘associate’ tecrübeli Harvard mezunu ‘junior partner’larından biri zannederek yerime oturduğumu bilirim. “Bir corner office’im bile yok... :( ” cümlesi de ilk o vakit çıkmış olmalı ağzımdan. Neyse ki; insanüstü boyutlardaki sadakatimi bilen bir ekiple çalışıyorum da, jean tişört yerine o Pazartesi Rachel Zane gibi beyaz gömlek, gri kalem etek ve nude stiletto’larla işe gelmemden kimse “bu kız iş görüşmesine mi gidiyor yahu” sonucu çıkarmadılar.
Velhasıl, Suits’in büyük kısmını deli bir “sıradaki.. sıradaki.. ve evet bir tane daha sıradaki, çünkü yetmedi hadi son bir tane daha” döngüsü içinde izleyip bitirdiğim doğrudur. Zamanında -ikisi de türünün ayrı telden şahane örnekleri olan- Ally McBeal ve The Guardian gibi avukatlık komedi/dramalarını ziyadesiyle beğenerek takip etmiş olsam da; hukuk temalı dizilerin en büyük tutkunlarından biri sayılmam. Suits’i de standart hukuk dramalarından ayrı tutmam da buna paralel zaten. Suits, bana göre bir karakterler draması. Çok fazla olay üstüne kurulu olsa, hatta hikayesi çoğu zaman takip etmesi güç bir süratle aksa da; Suits’in (yine bir el tabiri kullanmak zorundayım, harmonik duruşu hatırına) ‘strong suit’i, yani güçlü tarafı; kesinlikle yarattığı köşeli karakterleri.
Ana hikayenin etrafında şekillendiği tüm karakterler için içinizde olumlu veya olumsuz güçlü hisler uyanıyor. Hatta sıkı bir Suits takipçisiyseniz, hepsinin muhtemelen kalbinizde nadide birer köşesi de var. Neredeyse hiç biri silik, olsa da olur olmasa da diyebileceğiniz karakterler değil. Bazılarıyla ilişkiniz büyük olasılıkla epey çetrefilli de... Ama Suits’in hatırlatmayı çok sevdiği üzere bu; hiç birisi birbirine kan bağıyla bağlı olmayan karakterler arasındaki bir aile draması; belki bir hukuk draması olduğundan bile daha fazla. Onlar şık takım elbiselerin birbirine bağladığı bir aile; ve siz de ekran başına her geçişinizde, kendi ailenize yaptığınız gibi zaman zaman kızsanız da her birini aslında çok sevdiğinizi düşünmekten geri duramıyorsunuz.
Suits’in son 5 yıla yayılan ekran yolculuğunda aldığı fena olmayan izlenme oranları -konunun aşırı derecede yabancısı olduğum için falsolu bilgi vermekten çekinsem de, hala devam etmesinden bu sonucu çıkarmak sanırım yanlış olmaz- bir kenarda dursun; endüstrinin (el tabiri affola) ‘underdog’larından olduğu da aşikar: Sağlam ve sadık bir izleyici kitlesine sahip olsa da Suits asla herkesin konuştuğu, yerli yersiz her türlü mecrada yeni sezon fragmanlarının veya gizliden çekilmiş set fotoğraflarının kendine yer bulduğu, beyaz ekranın şaşalı işlerinden değil. Bölümlerden sonra okumak üzere sayfa sayfa eleştirmen yorumu bulmanın, okuyucu görüşleri arasında kaybolmanın mümkün olduğu bir dizi değil Suits. Seveni daha ziyade sessiz ve derinden seviyor. Ve bu sessiz ve derinden gidişiyle 5. Senesini ve 70 bölümünü geride bıraktı.
2011 yaz sezonunda start alan Suits’in takipçilerinin bildiği üzere, kendisi sezonları ikiye bölmesiyle ünlü. 16 bölümlük sezonun esas büyük parçası -ilk 10 bölüm- Temmuz-Ağustos aylarında; ikinci kısmı ise Ocak-Şubat aylarında yayınlanıyor. Tek sezonda iki sezon prömiyeri ve iki sezon finali de bu işin tuzu biberi tabii. Bu yayın stratejisinin iyi ve çok da iyi olmayan tarafları tartışmaya açık elbet. Misal, özellikle sezonların 6 bölümden oluşan ikinci kısmı bir hikaye arkı oluşturmak için fazla kısa kalıyor benim fikrimce. Suits’in kış sezonlarını; ilk ve son bölümlerin üzerlerine ister istemez sinen “nerede kalmıştık” ve “haydi silkelenme ve toparlanma vakti” hissiyatları arasında bir koşturmaca olarak tanımlamak -biraz acımasız da olsa- mümkün. “En son ne olmuştu?”dan, “ne ara bunca şey oldu bitti?”ye uzanan, ama her dakikası yine de keyifli olan bir girdap bu aslında. Yolculuğun tadını sakin sakin çıkarmak için temel çözümünün sabredip sezon tamamlanır tamamlanmaz topluca izlemek olduğunu bilsem de, bende sabır taşı dağılmaya pek müsait olduğundan, hiç kendimi o toplara sokabildiğim görülemiyor ;)
Yazı devam ediyor...