Bütün gerçekleri itiraf etmek zorunda mıyız? Hiçbiri eksik kalamaz mı? Biri bile mi? Oysa ki bazı şeyler yalnızca karanlıkta söylenebilir. Kimi insanlar mezar kazarken bile türkü söyler çünkü. Kimileri ise bir sahte öpücüğe kanarken yumruk yiyecek kadar saftır. İyisi mi siz beni dinleyin. Her şeyi herkese söylemeyelim. Ya da söyleyelim ama... Bari omzuma koy başını ve ışıkları söndürelim.
Ali iki ateş arasında yandı da yandı. Artık ''Baban gelmedi'' cümlesini duyduğunda ''Hangi babam?'' diye düşünecek hâle geldi. Fakat işin kötü tarafı, fragman bize her şeyi vermişti. Bu herkesçe fark edilebilir mi bilmiyorum fakat başlangıçta Ali ve Haluk'un intihar meyli, ortalarda gençlerin eğlencesi ve finalde Ali'nin vedası fragmanda özetlenmişti. Bu açıdan benim için merak içermeyen bir bölümdü. Olayın duygusuna abanarak izledim ben de. Selin'in ona desteği, yüzüne hep bir gülümseme iliştirmesi çok tatlıydı. İlk bölümlerde Haluk Abiiğğğ diye ciyaklayan kız, ona kafa tutan bir aşığa dönüştü. İşte bu değişim, hayatın içinde her şeydir.
Emre Kınay ve Tolga Sarıtaş karşı karşıya geldiklerinde tv ekranının çerçevesi kayboluyor. Sadece onların enerjisi ve yarattıkları kederin buğusu kalıyor. Bu travmanın yaratacağı dalgalanmayı merakla beklemiştim. Ne ortalık yıkılıp döküldü ne de silahlar çekildi. Güneşin Kızları'nda sevdiğim şey de bu olmuştu. Ekibin dramı damıtma becerisi, Haluk'un da Ali'nin de zehrini içimize usulca saldı.
Çal keke çal!
Hatıralar biriktirmek, ölümün elinden bir şeyler çalmaktır. Bu sebepten Haluk çoktan Ali'nin babası oldu. Onda bıraktığı izler bazen dayakla bazen de sarılarak oldu. Zaten şiddete meyli de o hatıraların toplamında oluştu. Ama Levent'in asla ulaşamayacağı bir şey var. O da Ali'nin Haluk'a olan hayranlığı... Her şeye rağmen onu rol model olarak benimsediğini kim inkar edebilir?