Ömer ve Defne’nin aşkı eşsizdi, yıldızlardan koparılmıştı; zıt kutupların çekimi, kızgın kumlarla serin suların buluşması, kozmik bir çarpışma etkisi ve daha fazlasıydı hep. Fakat olmadığı bir şey vardı. Adil değildi bu aşk. Eşit değildi. Dengeli değildi. Bir yanda bilmedikleri sebebiyle hep karanlıkta kalan Ömer, diğer yanda bildiklerine rağmen karanlıktaki Ömer’e ışık tutamayan ve onu daha da karanlıklara gömen Defne. Ne yaparsa yapsın Defne’ydi eli güçlü olan, görünürde dağ gibi güçlü, kaya gibi sağlam, bıçak gibi keskin taraf Ömer olmasına rağmen. Bu yüzden tarafsız olamıyor, ne kadar güç durumda olsa bile haklı bulamıyordum Defne’yi. Ömer elinden geleni yapamıyordu, çünkü eli güçlü değildi bana göre.
Bu yüzden hala haksız bulmuyorum Ömer’i, “güvenmiyorum” deyip uzaklara yürümesinde. Güvenemediğine yürümesini söylemişti ona kalbi çünkü, kendini bildiği müddetçe. İnsanın elinden gelen, kalbinin kudretiyle sınırlıdır neticede... Ama gün gelir, insanın içi de dışı da göründüğü gibi olmaktan çıkar, büyür, değişir işte. Ömer de bunu yaşıyor. Bilinci değilse de, bilinç altı söylüyor bunu. Beni, bu olduğum “şahane” şey için sevme Defne diyor, hatta bize de diyor bunu, “beni bu görkemli, asil duruşum için, yüreklerinizi eriten güzel kalbim için, ‘sen gerçek misin’ diye sormadan edemediğiniz o her bir şahane şeyim için sevmeyin! Çünkü ben de değişebilirim, bozulabilirim, hata yapabilirim. Ama kalbim de gerçek, atıyor bakın, düşündüğünüz gibi zamkla yapıştırılmış, veya donmuş değil.... o da değişebilir, ve değişiyor, içinde durduğu sırça fanusu günü geldiğinde kırabilir, ve kırmaya başlıyor. Kıracağım, dökeceğim, ve yanımda duran size istemeden de olsa parçalarını savuracağım, ama kırdıkça daha gerçek olacağım”... Bana bu şansı verin diyor Ömer.
Ve ben bu günü – belki aynen Ömer kadar bilincimin altına gömmüş bir biçimde – iple çekmiş olduğumu fark ediyorum! Çünkü sonunda, bu aşkına aşık olduğumuz kadınla erkeğin her ikisi de eşit, ikisi de aynı hizada, aynı gerçeklikte buluşmaya gidiyorlar. Ayrılar belki, ama aynı yere yürüdükleri için, bu ayrılık her zamankinden de çok sevdaya dahil!
“Hatalıyım, hata yapacağım, ama sen beni bunlarla sev, buna rağmen sev. Hasta ruhuma, bozulabilecek kalbime, anlayamadığın, anlayamayacağın her şeye rağmen sev! Sev yeter ki.”
Ne kadar zaman, bunu sadece Defne’ye zimmetlediğimizi düşünsek ya bir... Ne kadar çok Defne’nin aklı olup bunları düşünmekten, dudakları olup bunları söylemekten... veya Ömer’in kulakları olup bunları duymaktan, mantığı olup çözmeye çalışmaktan yorulduğumuzu. “Haklı olmaktan yoruldum artık” demişti geçen bölüm Ömer. Haklıydı. Çünkü hiç bir aşk, hep haklı olmayı, sadece “gidilen” ve “gelinen” olmayı kaldırmazdı. Kaldırmadı da. Defne ile Ömer’in aşkının bir yere gitmesi için, gitmeyi Defne’den Ömer’in alması gerekiyordu bu yüzden. Kaçmaların insanı olan Defne’den bu sefer Ömer’in kaçması, kabuğuna çekilmesi, o kabuğun içinde de kendi kendini yiyip bütün “haklılıklarını” bitirmesi gerekiyordu bu yüzden. Varsın, batırsın Ömer Defne’ye dikenlerini, “ama ben elimden geleni yaptım” desin. “Defne!” diye bağırıp onu kapıdan döndürsün, ama “çizmelerin!” demek için. Zamanında “kim senin ilham perin kuzen?” diye sorulduğunda vermediği cevapları, hoşlanmadığı röportaj sorularının satırlarının arasına sıkıştırsın, “Hayır. Bir iham perisi yok!” diye. “Büyümek lazım!” desin, sonra da “yaramazlık” yapmaktan bahseden, “o kadar büyüdük mü ya?” diyen, çocukluk saplantısını kovalayarak ele geçiremediğini görüp, şimdi de bunu kaçarak denemekten çekinmeyecek İz’i tutsun yanına getirsin. Varsın yapsın bu hataları. Cennetinden düşsün Ömer.
Cennetinden düşsün ki, onun için de diyelim, “hatalarınla kabul etmeliyiz seni Ömer”. Defne’yi hatalarına, gel gitlerine, akıl tutulmalarına rağmen sevdiğimiz gibi, seni de öyle sevmeliyiz Ömer. Sana rağmen. Çünkü gerçek sevgi, birini “ona rağmen” sevmektir bazen. Birbirinizi birbirinize rağmen seveceğiniz, ve bu yüzden çok daha başka seveceğiniz, bol alınmalı, bol tartışmalı, bol yanlış anlamalı, bol kırmalı dökmeli... ve toplayıp yapıştırmalı günler dileğiyle, Defne ve Ömer.