Emin değilim. Hiç değilim. Hiç.
Sahneyi ilk izlediğimde, Ömer'in karşısındakini Defne hayal ettim ben. Postürü, maskesinin arkasından görünen başı... aslında hiç bir şeyi fiziksel olarak Defne değildi. Ama Ömer'in hamlesiyle yere yıkılışında gördüm Defne'yi ben; maskesini çıkaran Ömer'in yüzündeki acıda, kazanan tarafla uzaktan yakından alakası olmayan o dehşet, pişmanlık ve yıkılmışlıkta gördüm. 

Ömer, Defne'yi “güvenmiyorum” deyip bırakarak yıktığı o anı; sabahlara kadar, huzurun kalmadığı uykularını bölen  rüyalarında tekrar tekrar bu şekilde yaşıyordu işte. Vicdanı, hüznü ile el ele vermiş, her gece bu dehşetin gölgesini düşürüyordu ruhunun griliğinden hallice çarşaflarının üstüne. Sonra Ömer'i gördüm, Ömer'di belki de esas yıkılan o pistin üstüne. Bu mücadelede düşen, yenilen, mağlup olan Defne olduğu kadar, hatta belki daha fazla Ömer'di, çünkü bu Ömer'in kendisi ile savaşıydı Defne'den önce. Kendisiyle olan savaşını kaybediyordu Ömer; inanmak, güvenmek, koşulsuzca sevmek isteyen Ömer, şüphelerine yenik düşen, sevildiğine bir türlü güvenemeyen Ömer'in tek bir keskin hamlesiyle nakavt oluyordu. Ve Ömer, aslında kendisini korumak isterken, kılıcı savuran taraf oluyordu; kendi kendisini mağlup etmek üzere.

Vicdan azabı, bana göre en tehlikeli duygulardan biridir. Çünkü içinizde size zulmeden vicdanınızın söylediğine inanacak kuvveti bulamadığınız zaman, kalbinizi yakan o azap, apansızca yıkıcı bir öfkeye dönüşüverir. Ciğeriniz cayır cayır yanarken, diliniz acıdıkça daha acı söyler. İçinizdeki ızdırap fokur fokur kaynar; fakat dışınız adeta kabuk tutmuştur. Kalbinizin üstünde patlamaya hazır o volkandan sızan, önünde ne var ne yoksa kaynatıp geçmiş o lavları kimse fark etmez de; herkese göre siz dağ gibi dimdiksinizdir, çünkü siz taş duvarlarınızı örmüş, kalenizi dikmiş, yamaçlarınızda dolaşanları topa tutmaya başlamışsınızdır bile. Ömer de bu işte. İçinde patlamak üzere birikip birikip onu zehirleyen öfkesi, her şeyden evvel kendine. Yanılmış olabileceğini, hatalı hamleyi  yapmış olabileceğini, bütün bunların sonunda aslında haklı olmayabileceğini biliyor içinde. O pistte aslında yanlış Ömer’i nakavt etmiş olabileceğini farkında. Bu yüzden “elinden geleni yapmak vs yapmamak” sallanıp duruyor bölüm boyunca üzerinde huzursuz bir bulut gibi. Sadri Usta’yı kabuğunun çatlaklarından içeri alıyor; sızdırıyor dışarı gerçek hislerini: “Acaba” diyor, “yanlış mı yapıyorum, onun beni sevdiğine güvenmemekle, koy verip sadece sevmemekle? ”... Defne’yi ise çiziyor o kabuğunun en sert, en sivri köşesiyle. “Elimden geleni yaptım ben.... Eminim” diyerek. 

Emin olamadığı şeye – hatta emin olamadığı için, içinin içini yediği her şeye – “eminim” diyen; doğru insana “ilham perim” diyemeyip, yanlış insana “sana ihtiyacım var” diyen Ömer; sen de artık hepimiz kadar hatalısın, eksiksin, kusurlusun işte. Fakat sen bu konuda da uyarmıştın bizi ta en başında, değil mi? 

Hiç değişmeyen kalbin de bozulabilir, hastalanabilir; elini çektiğinde Defne üstünden. 

Duyduk seni Ömer. Şimdi bize vakit lazım, seni anlamak, ve böyle kabul etmek için. 

***
Kiralık Aşk’ın götürdüğü bu yeni yere geldiğim için çok mutluyum ben. Çok üzgün ve çok mutlu. Bu bölüm beni o kadar üzdü ki; üzerimde içi çıkana kadar ağladıktan sonra nihayet huzura eren insanın mutluluğu, rehaveti var şu an. Defne’ye üzüldüm, Ömer’e üzüldüm; insanın, kendisinin olmayan bir acıyı hissedip içselleştirmek konusundaki kapasitesi ne ise, onun dibini gördüm ben. Fakat mutlu olmamın esas sebebi, mutsuzluk kotasının dolmuş olması değil. Mutluluğun da mutsuzluğun da artık müşterek olacak, Passionis’in felsefesindeki o “adalet” duygusunun, bu hikayenin temelinde de işleyebilecek olması. 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER