Mad Men asla olaylar üzerine ilerleyen bir dizi olmaz. İzlerken “birtakım olaylar”ı değil; o olayların içindeki karakterleri nasıl değiştirip dönüştürdüğünü izlersiniz. Ve başka bir şeyi değil de bunu izlediğinizi iliklerinize kadar hissedersiniz; çünkü tamamen hislere oynar. Sanat yönetimi, set tasarımı, kostümler; tüm görsel ve işitsel öğeler; en ufak hata veya uyumsuzluk barındırmayan, ahengini ve ritmini asla kaçırmayan bir paralel -veya ‘geçmiş’ - evrenden kopup karşınıza gelmiş gibidir. Mad Men’in bu kadar başarıyla çizdiği bu evren içinde kaybolup gitmemeniz olanaksızdır; çünkü dikkatinizi dağıtacak, size izlediğiniz şeyin gerçekliğini sorgulatacak bir bağdaşmazlık veya abartı bulamazsınız. Mad Men 8 sene süren 92 bölümlük bir yolculukta 60’ların Amerika’sını temele alan bir tarihi kesit sunar; ve sinema ve TV tarihince artık teyit edilmiştir ki bu bugüne kadar sunulmuş en gerçekçi ve derinlikli portredir.
Bu plansız değildir elbet. Weiner, “Ben bu diziyi, geçmişte geçen bir bilimkurgu olarak tasarladım.” der. Nasıl bilimkurgu, gelecekte olacağını tasavvur ettiğimiz şeyler üzerinden bizi bugün önemsediğimiz şeyleri sorgulayıp düşünmeye iter; Mad Men de geçmişe ait belli başlı mihenk taşlarının üzerinde yükselerek yine bizim bugün önem verdiğimiz ama açıkça da konuşmadığımız bazı kavram ve yargıları tekrar tartıp ölçmemiz için yaratılmıştır. Sivil hak ve özgürlükler, cinsiyet ayrımcılığı; ırkçılık; aile içi ve sınıfsal çatışmalar; materyalizm; alkol, seks, homofobi gibi konularda sürekli bir devinim içinde olan değer yargıları; Mad Men’de 60’ların Amerika’sını temeline alan bir düzlemde işleniyor gibi görünse de, aslında bugünün toplumsal ve kültürel normlarının 50 sene öncesinden başlayarak – evrensel bir boyutta - ne şekilde neler pahasına bugünkü haline geldiğini bize anlatır.