“Devrimin doğuşuna tanık olun!”
Devrim, farklı coğrafyalarda farklı anlamlar ifade edebilir. Fakat söz konusu Gilead’sa; devrim, kırmızıların, grilerin, yeşillerin aynı bedende buluşabilmesidir.
Margaret Atwood’un aynı adlı romanından uyarlanan, Altın Küre ve Emmy dahil sayısız ödülün sahibi The Handmaid’s Tale 3.sezonuyla geri döndü. İlk sezonla kıyaslandığında dingin dursa da denizin dibinden bir dalga geldiği aşikar.
Korkunç bir dünyanın, alabildiğine acımasız bir şekilde anlatıldığı ilk sezonuyla kalbime June Osborne ve diğer damızlıklar için korku tohumları ektiren The Handmaids’s Tale, Serena ve Gilead’ın erkeklerinden de nefret etmemi sağlamıştı. Peki bugün Serena Joy için endişeleneceğimi kim bilebilirdi ki?
Serena’nın içinde bulunduğu durum için “Savunduğun şeyler, bir gün kabusun olabilir.” diyebiliriz belki de. Ayakları yere basan, güzel ve başarılı bir kadınken kocasının sözünden çıkmaması gereken bir kadına dönüşen, okuduğu için cezalandırılan, benliğini kaybeden ve günden güne yok olan Serena… Çünkü söz konusu Gilead’sa, hayat yeşiller içinde ayrı zor, kırmızılar içinde ayrı.
Serena’nın içinde bulunduğu durumu kabullenmem biraz zaman aldı doğrusu. Çünkü June kocasından, kızından, arkadaşlarından, işinden yani memnun olduğu hayatından koparılırken Serena, sırf güç ve iktidar uğruna ikinci planda kalmayı kabul etmiş ve hatta diğer kadınların da kabul etmesi için elinden geleni yapmıştı. Hal böyle olunca, Serena’nın dönüşümünü kabullenmek için bir hayli bekledim.
Yvonne Strahovski nefis! Serena’nın hislerini o kadar soğuk ama bir o kadar da derinden öyle güzel anlatıyor ki, baktıkça bakasım geliyor. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında otururken, gri denizin derinliklerine doğru yürürken günahlarından arınmak istiyor belki de Serena. Arınabilir mi? Devrimin doğuşuna katkıda bulunabilirse, evet.
June Osborne… Ben Serena’nın değiştiğini kabullenmek için beklesem de June, kendi yaralarını kabullenip Serena’nın yaralarını sarmaya ilk andan beri hazırdı. Serena düştükçe, onu kaldırmak için daha da hırslanıyordu.
Kızını Gilead topraklarında bırakmamak için kendisine yapılan yardım çağrısını reddeden June, Serena’nın evi yakmasıyla beraber kendini Komutan Lawrence’ın damızlığı olarak buldu. Serena'yla ve Fred'le olan bağı ise kopmadı elbette. June, Serena'yı adım adım devrime hazırlıyor.
İlk 3 bölüm, neler izleyeceğimizi anlatsa da hikayeye asıl giriş 4. bölümle oldu sanki. Tepeden tırnağa nefis bir bölümdü, bayıldım! Etrafı çepeçevre sarılmış Gilead'la dışarıdaki dünya arasında bağ kurulması, karakterlerin iç içe geçişi ve bölüm finalindeki o sahne bu hikayeyi neden bu kadar sevdiğimi hatırlatıyor bana bir kez daha. Ve Gilead'ın karanlığına, soğukluğuna, o buz gibi ortamına rağmen; June geçmişine uzandıkça ekranda beliren parıltılar, umudu hatırlatıyor bana.
Devrim, kolay gelmeyecek; biliyoruz. Fakat devrim, June ve Serena'nın ellerinde doğacak. O yüzden 'Daha çok özgürlük' şart! Serena, doğru kararı vereceğini umuyorum.
The Handmaid's Tale, tüm bölümleriyle BluTV'de yayında. Hala bu özel hikayeyle yolunuz kesişmediyse en kısa zamanda tanışmanızı tavsiye ederim. Tanıştıysanız eğer; gelin, hislerimizi paylaşalım.