“Pencereyi kapama, gök dolabilir içeri.”
Yamaç bir sabah uyandıklarında okumuştu bu şiiri Sena’ya, bir
akşam ise uyumadan hemen önce devamını getirmişti Sena.
İlk görüşte yaşanan bir çarpışma anıydı onlarınki… Kısacık
tanışıklıkları evlenmeye
dönmüştü bir anda. Yamaç mutluydu, barda şarkı söylüyordu, patlayan şeker yapıyordu,
dışarıdan fazla kusursuz görünüyordu ama içeride başka bir hayat daha vardı.
Sena henüz bilmiyordu ama bildiği adama aşık olmuştu, onunla evlenmiş, mutlu
olmaya devam etmeyi düşlemişti.
Sonra Çukur geldi peşlerinden… Çukur aldı Yamaç’ı.
Sena gitmedi, kaldı yanında. Sessiz sedasız acılar biriktirdi
avucunda. Çocuğunu kaybetti, üvey abisinin psikolojik şiddetine maruz kaldı, ne
olduklarını bilmeden kullanmaması gereken ilaçlar aldı, en sevdiği tarafından
hastaneye yatırıldı, bir başına kaldı.
Yine de durdu Sena. Yine de vazgeçmedi Yamaç’tan… Yamaç
yıkılan her parçayı doğru yere yeniden yerleştirmeye, ailesini ve Çukur’u
toparlamaya çalışırken, o ne yaşadıysa unuttu hepsini, döndü ailesine.
Sena da bir Koçovalı’ydı artık, o da sorumluydu aileden.
Herkesi bir bir topladı, yaralarını bir bir sardı. Onların
yaraları sarılırken kendi yaralarını da sardı. Yamaç bile çok sonra öğrendi
neredeyse bir çocukları olacağını.
Yamaç en sevdiğini kaybetti, evet. Giden Sena oldu ama… Olan
onun canına oldu.
Bu hikayenin en masumlarından biriydi Sena. Sadece bir adama
aşık olmuştu. Barda şarkı söyleyen, patlayan şeker yapan, onu Paris’e götürmek
için Erkin Koray’dan aldığı gitarı satan bir adama aşık olmuştu. Yamaç’a aşık
olmuştu o, Yamaç Koçovalı kim bilmiyordu…
Sonra yer ayaklarının altından kaydı bir süre. Yeniden
durmak, yeniden bir yer bulmak ve orayı ev kabul etmek biraz zamanlarını aldı
ama olsun bir aradaydılar. Olsun, seviyordu Yamaç onu, tutuyordu, öpüyordu,
sarılıyordu bırakmayacak gibi…
Sena’ya çok kızdım, Mahsun konusunu Yamaç’tan sakladığı için,
kendini tehlikeye attığı için çok kızdım ama sonu böyle olmamalıydı.
Sena vardı çünkü oradaydı. Adı da vardı, duruşu da, aşkı da…
Sonra bir gün olmadı artık... Her yerde izi kalmıştı ama işte kendisi yoktu.
Kalabalığın içinde anlamaz insan acısının sızısını, yalnız
kaldığında dolar göğsüne o yokluk. Yamaç odaya girdiğinde, yatağın kenarına
oturduğunda anladı Sena’nın gerçekten gittiğini.
Örtüsünü bile bozmadı yatağın, bir kere daha duymak için aynı
şiiri. Kadın şiirin sonunda bir kere daha “Seni seviyorum adam” desin diye…
Örtüsünü bile bozmadı Yamaç yatağın.
Bu kadar büyük, bu kadar derin, bu kadar içine işlemiş bir
şekilde seven Yamaç, bu acıyla nasıl… Nasıl yaşayacak?
Ellerine baktı Yamaç. 11 yıl önce baktığı gibi yine ellerine
baktı. Gitmek için vakti gelmişti… Ellerinde kan değil su vardı bu kez,
kaybının simgesi su idi.
Burada da Yamaç’a kızdım, gitmek için çok geç kalmasına
kızdım. Sonra köşede ağlayan Vartolu’ya kızdım, ne kadar üzüldüğünü görüyor
olduğum için de ayrıca kızdım çünkü onun yüzündendi. O da haklıydı, biliyorum ama işte peri masalını bozan onun intikamıydı. Yamaç Çukur’a onun
için gelmişti… Herkese durup durup kızdım. Sonra durdum kimse neden Sena’ya
ağlamıyor, herkes kendine ağlıyor diye kızdım. Hep öyle olur çünkü biri
öldüğünde insan kendine ağlar, geride kalmışlığına ağlar.
Ben Sena’ya ağladım bir de Yamaç’a… Yamaç bu acıyla yaşayamaz
diye ağladım, Sena artık yok diye. Gitti Sena çünkü gittiği yerden dönülmüyor geri.
Onu en çok seveni, en çok sevdiğini bıraktı gitti Sena.
Çukur'a ilk girdiği andan, o son ana kadar hep vardı. Yamaç'ın elini tutan ellerinin sıcaklığı, onu anlayan bakışlarının iyileştiriciliği, şefkatli öpücüklerinin izi, ailesini aile bilişi, adı, Sena oluşu hepsi kaldı Çukur'da. Sena gitti.
Yamaç artık pencereyi hiç kapama, gök dolacak içeri. Göğsüne çektiğin her nefeste, gök dolacak içeri.
Hoşça kal Sena... Koçovalı olmadan önce, Çukur'dan önce, Yamaç'tan önce... Hepsinden önce sen, sen hoşça kal Sena.