Tezatlık. Bir hikayede, esas oğlanla esas kız ne kadar birbirine tezatsa hikayenin heyecanı o kadar yüksek oluyor. Söz konusu “siyah” ve “beyaz” kadar büyük bir tezatlık olunca da haliyle insanın beklentisi artıyor.
Ben, Siyah Beyaz Aşk’ı yeni seyretmeye başlayanlardanım. 120 dakikanın biraz üzerinde bir dizinin birikmiş dokuz bölümünü internetten izlemenin imkansız olduğunu düşünerek esas oğlanla esas kızın, yani Ferhat ve Aslı’nın hali hazırda olan kısa videolardan oluşan sahnelerini izledim. “İşte kötü adam; gözünü kırpmadan can alabilen birisi, siyahın temsilcisi. Kız da doktor, can kurtarıyor, “beyaz” da onun o umutlu temsili... Heh, imkansızlık. Zorunlu evlilikten doğacak olan aşk...” gibi basit cümlelerle çıktım yola.
Sonra bir şey oldu. Neden bilmiyorum, hikaye beni içine almaya ve kendini sevdirmeye başladı. Önce, bölümler ilerlediği ve hikaye kendini anlatmaya başladığı için böyle hissettiğimi düşündüm. Fakat bu düşüncem bir yandan doğru olmakla beraber, bir yandan da yanıltıcıymış. Çünkü dizide senarist değişikliğine gidildiği için, hikaye akması gereken yönü en nihayetinde bulduğu için böyle hissediyormuşum...
Her zaman savunduğum bir mevzu vardır: Önemli olan bulduğun konu değil, bulduğun konuyu nasıl işlediğindir. Bu bir kitap için de, bir film için de, bir dizi için de aynıdır. Özellikle dizilerde, düzeltiyorum özellikle Türk dizilerinde bu işleyiş tarzı çok ama çok önemlidir. Çünkü bizim dizilerimiz 120 dakikanın üzerinde bir süreye tekabül ettiği için ve esas oğlanla esas kızı da diyalog harici maksimum totalde beş ila on beş dakika arası bakıştırabilecekleri, yürütebilecekleri, klip çektirebilecekleri ya da buna benzer şeylerle dizi süresini doldurabilecekleri için, yan karakterlere ve bununla da beraber yan hikayelere ihtiyaç vardır.
Ve bana da bu yazıyı yazdıran Abidin’dir; buna sonra geleceğim.
Neyse, nerede kalmıştım... Açtım birinci bölümü ve tek bir sahnesini atlamadan Siyah Beyaz Aşk’ı izlemeye başladım. Ortalama 124 dakika çarpı on bölüm; açık konuşmak gerekirse, dizinin iyi bir yere gideceğini hissetmesem pek akıl kârı iş değildi. Umarım yanılmam ve umarım da değer.
Hikayenin başlangıç noktası, dizi müdavimlerine ya da benim ilk düşüncelerime uzak bir konu değil. Fakat klişeler güzeldir; bunları çeşitli twistlerle süslemek de senaristlerin marifetidir. İnsanın “dayısı” bildiği adamın aslında “babası” olması da pek herkesin başına gelebilecek bir şey değildir. Eğer biraz daha ters köşelere ihtiyaç duyarlarsa -ki duymalılar- kötü adamın iyiye evrilmesinden ziyade, iyi kızın da azıcık hamuruna kötülük bulaştırmaktan zarar gelmeyeceğini düşünürlerse de tadından yenmezlik bir iş ortaya çıkar. Çünkü hayat, aynı Yin-Yang felsefesinde olduğu gibidir.
Hiç kimsenin özünde ne iyi, ne de kötü olmadığı ve herkesin bir parça gri olduğu yadsınamaz bir gerçek. Ferhat’ın herkesten sakladığı fakat bizim gayet iyi gördüğümüz, içindeki iyi taraf ile Aslı’nın canı yandığında can yakabildiği kötü tarafı onları bu hayatta grileştiren etkenler. İyiye ya da kötüye ne kadar yakın oldukları ise grinin tonlarını belirliyor benim nezdimde. Zaten iyilik nedir, kötülük nedir, oturup saatlerce tartışsak da net bir cevap alamayız.
Klişeleri sevdiğimi söyledim. Aslında “iyi adam” olan kötü adam klişelerini çok fazla severim; bilen biliyor ama ben neden sevdiğimi henüz çözmüş değilim. Ferhat’ın hikayesini sevmemin en büyük sebebi bir yalanın içine mahkum edilmiş olması ve hikayeye dair en büyük heyecanım, gerçekleri öğrendiğinde vereceği tepki. Vereceği tepki, babası bildiği Berber Necdet’e duyduğu sevginin boyutu ile doğru orantılı ve gün geçtikçe dayısına -yani öz babasına- ters düşmesiyle de katmerleniyor. Bu kısımda da hikayede her şey çok yolunda.
Fakat ana konu dışında, ilk birkaç bölümü izlerken, Yeter’in fütursuzluğunda kayboldum. Namık’ın ilk bölümdeki cinayeti ile “Benim geçmişim kirli.” tiratlarını saymazsak, emir vermek dışında bir şey yaptığını pek görmediğim için neden bu kadar ondan korkulduğunu anlayamadım. Vildan’ın Ferhat’a olan aşkını görür gibi olurken, bir yandan da görememeyi yadırgadım. Cem’in zekasından şüphe ettim. Yiğit’in derdini anlamakla anlamamak arasında savruldum. Deniz’in neden kaybolduğuna ise pek bir anlam veremedim.
Bir de evlere şenlik bir Safiye vardı ki, Allah günlük dizilerin başına böyle bir karakter vermesin!
Derken, zaten henüz yeni tanımaya başladığım karakterlerle beraber zıvanadan çıkmanın eşiğine gelen Siyah Beyaz Aşk’tan sıkıldığımı söyleyecektim ki dizi evrilmeye başladı. Ve altı boş hikayeler şimdi akmasa da bugün gelinen noktada damlıyor.
Bir hikaye yaratılırken, “Abidin de salakmış işte.” deyip geçilmez çünkü hikaye yaratıcısı, Abidin’in neden “salak” olduğunu bilmezse, izleyici buna ikna olmaz. İzleyicinin ikna olmadığı bir şey de ekranda eğreti durur, havada asılı kalır ve bir noktada patlar. Her ne kadar Abidin’in aslında salak olmadığına yola çıkarken karar vermediklerini bilsem de Erkan Birgören’in devam ettirdiği dünyaya kollarımı açıyor ve öyleymiş gibi inanmayı seçiyorum. Çünkü yolun başının biraz ilerisinde inanmak da sevdaya dahil olabiliyor.
Size tanıdık gelen o hikaye başlangıcında, bir seyirci olarak ekran karşısına oturduğunuzda, size ilk verilen ve sizin yorumlamaya çalıştığınız sahneler, sizi bir beklentiye sokuyor. Yalnızca imzalarının yan yana duracağını söyleyen adamın, o kızla yan yana gelebilmek için vereceği mücadeleyi bekliyorsunuz. Güvenmediği kimsenin motorsikletine binmeyeceğini söyleyen Aslı’nın, hangi noktada Ferhat’la beraber motorsiklete bineceğini bekliyorsunuz. Ya da oğlunun kendisine “anne” demediği altı çizilen bir kadının, oğluna gerçekten anne olacağı ve oğlunun onu “anne” diye bağrına basacağı anı bekliyorsunuz. Ve bunun gibi bir çok şeyi beklerken de, salak zannedilen adamın aslında salak olmadığını da görmeyi bekliyorsunuz.
Helal sana Abidin...
Her ne kadar aslı öyle olmasa da teyze kızı bildiği Gülsüm’le, kendi öz kardeşinin kocası Cüneyt’ten olma Bebek Kamil, Abidin’e “senin oğlun” şeklinde yutturulmuştu. Fakat Abidin gizli kapılar ardında Yeter ile Gülsüm’ün konuşmasına şahit olduğunda işin öyle olmadığını öğrendi. Cüneyt’in Gülsüm’ü kandırdığına gözü kapalı emindi. Bulduğu yol ise, asla “salak” diye tanımlanan bir adamın yapamayacağı cinstendi; karısı Safiye’ye bir not yazdırdı ve onu gönderdi. Bebeğine de en iyi bakacak kişinin Gülsüm olacağını aile meclisine açıklayarak, Gülsüm’le oğlunu kavuşturdu.
Ne yalan söyleyeyim, bunu yapsa yapsa Ferhat’ın yapacağını zannediyordum. Fakat Abidin, ancak Ferhat’ın yapabileceğine inandığım abiliği Gülsüm’e yaptığında, içimde bir yerlere öyle dokundu ki, Abidin’le ağladım.