Dikkat, SPOİLER içerir Black Mirror White Christmas bölümünü izlemediysen okuma!
Kült İngiliz
draması Black Mirror Noel özel
bölümüyle ekranlara geldi. Aslında diziyi biraz bilenler genelde neşeyle
özdeşleştirilen Noel ile Black Mirror’ın
yanyana gelişinin bile dizideki olaylar kadar akıl almaz olduğunu fark
edeceklerdir. Ama dizinin alamet-i farikası da bu ya, akıl almaz olacağını
düşündüğümüz şey izleyince taşlar bir bir yerine otururken son derece mantıklı
bir hal alıyor.
Black Mirror’ın yedinci hikayesinde bu sefer Matt (Jon Hamm) ve Joe’nun (Rafe Spall) bir Noel sofrasında geçmişlerinde kalan karanlık hikayelerini izliyoruz. Black Mirror White Christmas adıyla
ekrana gelen bölüm adındaki tezatlığı hak edercesine son derece sükunetli bir
mekanda yenilen naif bir yemeği insanoğlunun en çirkin yanlarının ortaya
çıktığı bir sohbete dönüştürüyor. Bu sefer konumuz hayatta var olabilmek için
kendini teknolojiye ve dolayısıyla başkalarına feda eden zavallı insanlar.
Hikayeyi Matt’in özgüven
yoksunu zavallı bir adama ilk cinsel deneyimini yaşatmak üzere yardımcı olduğu
geceyle açıyoruz. Adamın gözündeki
kameradan her şeyi izleyen Matt ona kız tavlamanın inceliklerini aktarıyor.
Adam onu kendisi yapan en önemli şeylerden birini, tüm mahremiyetini bu uğurda
feda ederken Matt ve “Matt ile bekaretimi kaybediyorum” programındaki diğer
zavallılar onun sefil halinden kendilerine eğlence ve biraz da hayırseverlik
tatmini çıkarıyorlar. Teknolojinin tüm nimetlerinden faydalanarak çıkılan bu
yolculukta genç adam istediğini alıp kızı elde ettiğini düşününce de
yardımcılarını tamamen olaydan soyutlamaya çalışıyor. Ancak önce kendine ve güdülerine
değil de başkalarına güvendiği için cezalandırılması gerek, hiç şüphesiz…
Yayını kapatmaya fırsat bulamadan seçtiği ama bilgisayar tarafından onaylanan
kız bir deli çıkıyor ve Romeo ile Juliet misali hayattaki sefilliklerine içerek
her şeye veda ediyorlar. Biri isteyerek; biri istemeden, zorla. Kontrolü elden
bir kere bıraktıktan sonra geri almaya gücün yetmeyecekse “başkalarının”
planladığı aksiyonların sonu kötüye çıkabiliyor işte.

Greta ve mükemmel hayatı...
Matt’in anlattığı
ikinci hikayede ise kontrolü tamamen teknolojiye teslim eden bir kadınla
tanışıyoruz. Greta (Oona Chaplin) belli ki iş hayatı çok yoğun olan, bolca kazandığı parayla
kendine şahane bir ev kurmasına rağmen içinde ne yazık ki yalnız yaşayan,
iplerin elinde olmasına fazlasıyla alıştığı için ekmeğin kızarma miktarının
bile tam istediği gibi olmasını bekleyen ve aksini kabul etmeyen modern
zamanların “güçlü” kadını. Uzun lafın kısası parayla bir hizmetçi tutmaya karar
veriyor. Ancak kendisine kendisinden daha iyi kim hizmet edebilir ki? Matt’in
çalıştığı şirket bunu da çözmüş. Bir hafta boyunca Greta’nın beynine bir çip
yerleştiriyorlar ve onun tüm huylarını, alışkanlıklarını ve düşüncelerini
hatmetmesini, onlara adapte olmasını sağlıyorlar. Sonra o çipi bir “benlik”
kazanabileceği bir cihaza yerleştirerek sırtına kırbacı vurarak işe koyulmasını
bekliyorlar. Tek sorun şu ki kazanılan benlik somut bir varlık olmadığını idrak
edene ve mecburen kabullenene kadar tarifsiz bir işkence çekiyor. Matt’in
davranışlarından anlıyoruz ki şirket bu “benlik”lerin itirazlarına hazır,
çözümleri cepte. Greta’nın “benlik” tarafından çekilen acıdan haberi var mı
bilinmez, ama sanal da olsa senin sesine, senin beynine ve senin görüntüne
sahip bir varlığa öyle acı çektirmek korkunç bir şey. Hele ki bunun tek amacı
sabah uyandığında kahveni tam istediğin gibi hazır bulmaksa. Greta rahat bir
gündelik yaşam için kendini, eksilmese de en nihayetinde bir parçasını feda
ediyor. Ekmek iyi kızarsın yeter.
Matt ile yemek
masasında oturan Joe tıpkı bizim gibi onu ayıplayarak seyrediyor. Matt’in bu
süre içinde karısını kaybetmek ve çocuğunu geride bırakmak durumunda kalmasına
seviniyor belki de. Anlatılan hikayelere itiraz ediyor, barbarlık olarak
etiketliyor. Ve toplumun böylesi “beyaz” insanlara taktiği “iyi insan” lakabını
duyana kadar da bu tutumundan vazgeçmiyor. Ne zaman ki vicdanı hak etmediği
iltifatlarla daha yüce bir yaşam sürmeye el vermiyor, o zaman Joe’nun
hikayesine giriş yapıyoruz.
Beyaz bir Noel günü mutsuz olmayı başarmak...
Joe güzeller
güzel aşkı Bethany (Janet Montgomery) ile görünüşte mutlu bir hayat süren bir adam. Bethany’nin
istemediği bir zamanda hamile kalması her şeyin su yüzüne çıkmasına sebep
oluyor. Beynimize yerleştirilen çiple telefon konuşmaları yapabildiğimiz,
fotoğraf çekebildiğimiz o devirde insanları tıpkı şimdi sosyal medyada
yaptığımız gibi engelleyebiliyoruz. Cismen oradalar, ama bana dokunmayan yılan
bin yaşasın modundalar. Sadece beyaz bir piksel yumağı olarak görüp sesini
boğuk bir gürültü olarak duyduğunuz o nefret ettiğiniz insan kendini paralarken
siz teknolojinin geldiği noktaya dua ediyorsunuz. Bölümün en güzel dokunuşu da
bu noktada geliyor. Bethany Joe’yu engelleyerek hayatından atıyor, ancak bebeği
aldırmaktan vazgeçiyor. Bunu tesadüfen öğrenen Joe fiziksel olarak dibinde olan
kadına erişemiyor, derdini anlatamıyor.
Yetmiyor, tutuklanıyor. Çünkü
engellediğiniz insanlar size yaklaştığında tıpkı mahkemeden karar
çıkartmışsınız gibi suç işlemiş oluyorlar. Yaşasın, kanun ve teknoloji el ele!
Bitmedi. Birini engellediğinizde yasal olarak sizin korumanızdaki çocuklar da
engellediğiniz kişiden korunuyor. Zavallı Joe sırf kavga ettiler diye onu
engelleyen biri yüzünden çocuğunu göremiyor anlayacağınız. Erişemediğimiz
şeyleri takıntı yapmamız zaten çok normalken o “şey” kendi kızınız olduğunda
elbette ki akıl sağlığından söz etmek mümkün olmuyor. Joe yıllar boyunca
çocuğunun siluetini izleyerek acısını dindirmeye çalışıyor. Ta ki Bethany bir
tren kazasında ölene ve dolayısıyla engelleme kalkana kadar. Ta ki Joe en
sonunda gördüğü çocuğun kendisinden olmadığını anlayana kadar. Engelleme
yüzünden hayatını göremediği kızına feda eden Joe yaşayamadığı her şeyin
acısını eski kayınpederinden çıkartıyor. Sonra geriye kalan… Evde yapayalnız
kalan ve evine gitmek için dışarı çıkınca donarak ölen bir kız çocuğu.
Gerçeklikle bağını koparmış yaralı bir adam. Onun zihninden alınan bir parça ve
o parçaya cinayet işlediğini itiraf ettirmeye çalışan Matt bir de. Teknoloji bu
kadar ilerlemişken asıl suçlunun konuşmasına gerek yok, onun zihni veya sanal
benliği konuşsun yeter.

Kendi yaratımına yenilmek ne acı...
Joe’nun tek
farkı, kendisini bu teknolojiye isteyerek teslim etmemiş olması. Nihayetinde
onun da hayatı onun içinde kaybolup gidiyor, ama ortada rıza yok. Rızası
olmadan kendini teknolojide kaybeden son kişi Joe değil elbette. Sıra Matt’in.
Birbirinden bağımsız görünen hikayeler birleşirken ihbar etmediği cinayetin Matt’in
başını ağrıttığı ve yasal olmayan yollarla başkalarının mahremiyetine girdiği
için ceza olarak tüm toplum tarafından engellendiği ortaya çıkıyor.
Hayatımızda “engelleme”
tuşu yokken bile etrafımızdakilerden ne kadar soyutlandığımızı düşünürsek şu
anda böylesi bir teknolojinin gerçek olmadığına şahsım adına şükrediyorum.
Twitter’dan beni takip etmeyi bırakan sanal dostlarımın ardından bile bu kadar
üzülürken ve hayattım istemesem de dijital müdahalelerle şekil alırken
insanların eline böylesi bir gücü vermek akıl karı değil. Kendimizi bilerek ve
isteyerek bundan daha fazla teknolojiye teslim olarak feda etmek de öyle…