Büyük gürültü kopartarak, deyim yerindeyse rüzgarıyla gelen Fi'yi sonunda kazma kürek yaktıran Mart'ın son gecesi ekranlarımızda misafir ettik. Bu kez misafirimizin bir farkı vardı; evlerin süslü misafir odalarına salon salomanje rahatlığında geniş geniş yayılmak yerine, iriden çok ufaklı ufaklı ekranlara kurulup oturdu antreden içeri geçer geçmez. 55’’ Ultra HD Smart Led TV’lerimizin değil; en fazla birkaç karışla ölçülen laptop, tablet, telefon ekranlarımızın gediklisi olacaktı bu yeni nesil misafir.
Yazarından yönetmenine, kamera önündeki oyuncusundan kamera arkasındaki nice emekçisine kadar binlerce kişi tarafından; insani sınırların giderek silikleştiği şartlar altında, mucize diye yola çıkılan fakat çoğunlukla kendi kendini doğrulayan bir vasatlık senfonisine dönüşen sektörün kurtarıcısı olarak bellendi Fi. En azından, yayına gireceği Cuma akşamı yapılan galaya akın eden sayısız ekran yüzünün bir ağız olmuşçasına verdikleri demeçlere bakılırsa, öyleydi.
Dijitalin, dünyanın geri kalanında olduğu gibi, konvansiyoneli yıkmadan daha iyi bir şeye dönüştürmesine ilişkin temennilerimiz ortak. Bu sektörün birer parçası olmaktan epey uzak, standart TV izleyicileri olarak bile daha iyi, daha kaliteli içerikler tüketmeyi hak ediyoruz. Konvansiyonel ile yeni nesil televizyonculuk arasındaki farkın dünyaya kıyasla en geniş olduğu topraklardayız; o yüzden çekenin çekmekten, oynayanın oynamaktan, izleyenin de izlemekten illallah ettiği bu 2 küsür saatlik kısır döngü ne kadar tez vakitte kendini olumlu yönde evirirse, o kadar iyi...
BluTV'nin Masum ile başlattığı bu dönüşümün ikinci ve belki biraz daha merakla beklenen ayağı Fi; yıldız kadrosu, iddialı hikayesi, gösterişli prodüksiyonu ve bir pazarlama başarısı olarak Türkiye'de rastlanan ilk örneklerden sayılacak, ustaca aylara yayılmış PR stratejisi açısından her anlamda umut vaad ediciydi. Beğenmeye beğenmemeye endeksli herkes, en azından “Neymiş bu Fi?” diyerek bekledi diziyi...
Yazarın buraya kadarki “di'li geçmiş zaman” kullanımı, beklentinin boşa çıktığına delalet değildir efendim, arz ederim. En azından ilk üç bölümüyle, benim de çoğunlukla paylaştığım beklentilerimi boşa çıkarmadı. İlk avazda itiraf etmem gerekir ki, Azra Kohen'in çok satan üçlemesi Fi-Çi-Pi'nin okuyucusu değilim. Okuyup okumama arasında gidip geldiğim seriye başlamayı erteleyerek Fi'yi izlediğimi de ayrıca itiraf edeyim; zira hikayenin orjinalini bilmeyen o genişçe izleyici kitlesiyle aynı gözden bakmak istedim Fi'ye. Zaten kağıt üstünden ekrana/perdeye uyarlanan işler için hangi sırayı izlemem gerektiği benim için şahsi bir muammadır hep. Okumasının izlemesinden muhakkak daha keyifli olduğunu düşünenlerden değilim; bu iki farklı keyfi hangi sıra ile tatmak gerektiğinin, işten işe değiştiğini düşünürüm sadece.
Velhasıl Kohen'in yazdığı hikayenin, düşlediği dünyanın, hayal ettiği karakterlerin ne kadarını ekranda gördüğümüze ilişkin bir değerlendirmem bulunmamakla beraber; ekrana çıkan Fi'nin hikayesi, dünyası ve karakterleri ile bir djital TV projesi olarak beni içine çekip tatmin ettiğini söyleyebilirim. Fi-Çi-Pi'nin neden 'çok satan' olduğunu anlayabildim; çünkü Fi'nin kapısını açtığı dünya, insan doğasına ait temel dürtülere, ikilem ve çatışmalara iddialı, gerçekçi, korkusuz ve sıradanlıktan uzak bir ışık tutacağını işaret etti.
Fi'nin kuşkusuz en güçlü silahı olan kadrosunun sadece "görsel şölen" minvalinde sıkışıp kalmamış olması bir izleyici olarak memnun olduğum ilk şey. Oyuncuların tümünün çizgi üstü performanslar sergilediği bir iş olmuş. Burada ilk alkış, Cem Yılmaz filmleri hariç en son nerede izlediğimi bile hatırlamadığım Ozan Güven'e. Balalayka? Evet, inanınız, o kadar geriye gidebilirim. Ozan Güven'i severim. (Konudan bağımsız olarak kendisi, İkinci Bahar'ı yarım yamalak izlediğim, renkli göz kalemi çekmenin filan moda olduğu ergenlik yıllarımın, bir bahar öğle vakti bizim oralarda imza gününe geldiğini duyup, yan yana (selfie olmadığı için) fotoğraf çekildiğim ilk ve tek ünlüsü. Sonra renkli göz kalemleri sahneden çekildi ve kirlendi dünya. Neyse.) Velhasıl Can Manay'ı okumadım, ama Ozan Güven'in Can Manay'ı o bilmem kaç yüz sayfalık Can Manay'ı kesinlikle merak ettirdi.
Fi'nin görece çok daha göz önünde pozisyonlanan kadın cast'ının bile önüne geçtiği için Ozan Güven'i ayrı bir yere koydum izlerken. Romanı bilmememe, dahası böyle bir hiyerarşik yapısının olduğuna çok da ihtimal vermememe rağmen; bu hikayenin herkesten çok gizemli bay Manay'ın hikayesi olduğuna inandırdı beni. Geçmişin sırlarıyla yüklü, takıntılı, mesafeli fakat sürprizli bir "anti-kahraman" karakteri, "dış kabuğu mükemmel fakat içi kof ve küflenmiş", "güçlü, karizmatik fakat dehşet derecede sorunlu adam" kalıbının bilindik klişelerine ve abartılarına uğramadan canlandırmış Ozan Güven. Şahsım adına anti kahraman izlemeyi çok sevdiğim için, bizim ekranlarımızda dahası olsa da dahasını izlesek dedirtti bana, bu da ayrı.
Fi'yi okumuş ancak diziyi henüz izlememiş kardeşimin "Duru kesinlikle olmuş" yorumumu yaptığı Serenay Sarıkaya'yı izledikten sonra ise, "Serenay'ın (daha okumadığım) Duru olduğuna" inandım diyebilirim. Serenay Sarıkaya'nın oynadığı tüm rollere kendinden kattığını düşündüğüm bir tutku var; yaşından, deneyiminden bağımsız olarak izleyeni o kızın içine gerçek anlamda girip o kız olduğuna inandıran, rolüyle kurduğu güçlü bir bağ. Bu bağ Serenay'la istekli, hayallerine tutkuyla bağlı, korkularının ise üstüne gitme cesaretini içinde barındıran Duru'yu çok güzel örtüştürmüş. Ruhen olduğu kadar fiziken de role çok yakışmış kendisi; iddiasını ortaya koymaktan çekinmeyen bir baş dansçı olarak da Duru çok iyi.
Uzun dağınık saçlar, kemik gözlükler, deri ceket - ve bu resme istemsizce eklenen, var mı yok mu emin bile olmadığım sürmeli göz- imajıyla hafızamı ne kadar uzun olduğunu bilmediğim bir zamandır işgal eden Mehmet Günsür'e olan mesafem için ise beni mazur görün. En son aşağı yukarı aynısını İstanbul Kırmızı'sında izlediğim bu imajın bana ekrandan geçirmesine mani olamadığım bir "iki boyutluluk" hissi var; ancak Fi'nin Deniz'ini izledikçe bu önyargımın kırıldığına şahit oldum. Mehmet Günsür, Deniz’de idealizm ile pragmatizmin arasında sıkışıp kalmış bir karakterden beklenebilecek klişelere kaymayan, yapaylıktan uzak bir oyunculuk sergilemiş. İzlemekten şimdilik görece olarak en az zevk aldığım kısım ise gazeteci Özge -ve Aylin'in- hikayesi oldu. Deniz, Duru, Can ve hatta kendi hikayesinde gayet başarılı bulduğum Büşra Develi'nin Bilge'sinin yanında; Özge'de aynı inanmışlığı ve derinliği göremediğimi hissettim. Bu karakter benim için şimdilik iki boyutlu, ama elbette göreceğiz. Can'ın ‘gizemli Eti’si ve yardımcısı Kaya da görece kısa rollerine rağmen ilgiyle takip ettiğim karakterler oldu.
Müzik, görüntü yönetimi, sanat yönetimi ve styling ise, Fi'nin en az karakterler kadar önemli gizli karamanları. Dekorasyon öğelerin tümüyle aşk yaşadığımı belirtmem gerekir. Çok daha ferah, iç açıcı ama aynı zamanda stil sahibi "Deniz-Duru villası" sizin olsun; imkansız bir istek olmadığını bilsem Can'ın çıktığı evi üstüme yapar mısınız diyeceğim, nasılsa o güzelim rezidansı acımadan terk etti, eminim eşyaların yarısı kalmıştır. Şakası bir yana, mekanların her biri son derece çok boyutlu ve “kişilikli” dizayn edilmiş. Hikayeye ve karakterlere fazlasıyla yakışıp, yaratılan dünyaya muazzam bir derinlik katmışlar. Müzik, hikayenin iniş çıkışlarının vazgeçilmez bir parçası; çıkarılsa eksikliğini fazlasıyla hissettireceği çok sayıda sahne var. Hiç bir karaktere “bu bunu asla giymez” demedim, ki bu genelde yerli dizilerde sıkça rastlamadığım bir talih.
Romanı okumamama rağmen yer yer eksik kalmış gibi görünen, kurguda kopukluk olduğunu düşündüğüm kısımlar da yok değil. Romanda olmadığını öğrendiğim açılış sahnesinin vermeye çalıştığı mesajı şahsım adına almış değilim ama bence bir şey kaybetmedim. Bu gibi sorunlar senaryo açısından "60 dakika"ya adapte olma problemi olarak mı açıklanır, bilemiyorum. Ama izleyici olarak “60 dakika”ya sorgusuz sualsiz, hatta güle oynaya adapte olduğumu söyleyebilirim. Ve daha da önemlisi, ekran başında harcadığım, büyük çoğunluğu dolu dolu olan 3 saat boyunca; oyuncusundan yönetmenine, yapımcısından yazarına kadar projeye dahil olan tüm bireylerde bu şevki, bu inanmışlığı gördüm. Oynayanın 30-40 bölüm sonra oynadığı rolde boğulup canlandırdığı karakterin ruhundan çıkmayacağını; yazanın her hafta nefessiz 120 sayfa yazmaktan ötürü tıkanıp kalmayacağını; çekenin "öyle değil böyle olsun canım ne olacak" kolaylığına düşmeyeceğini; finanse edenin ensesindeki reyting kılıcıyla savaşmak uğruna projeyi delik deşik etmeyeceğini bilerek bir diziyi izlemek büyük lüks. Darısı bundan sonra izleyeceğimiz tüm işlerin başına.