Ölene Kadar: İkinci şans

Ölene Kadar: İkinci şans
"Bir bahar dalının narin tomurcuklarını sakındığı gibi korurum seni"
Ölene Kadar, gerek oyuncuları, gerek konusu itibariyle bu sene en merakla beklediğim dizilerdendi. İlk bölüm tüm temposuzluğuna rağmen tuhaf bir şekilde beni içine çekmiş ve ikinci bölümü izlememi sağlamıştı. Ancak ikinci bölümü de izledikten sonra o temposuzluğun tıpkı bir bataklık gibi yavaş yavaş beni boğduğunu hissettim. Konu güzeldi, çiftin de elektriği iyi olduğu için, işleniş biçimi yüzünden “Yazık ediyorlar.” diye içten içe hayıflandım bile. O yüzden de ikinci bölümün sonunda kendileriyle vedalaştım, üçüncü ve dördüncü bölümleri izlemedim.

Yine de Perşembe akşamları düzenli olarak izlediğim herhangi bir dizi olmadığı için, bu hafta Ölene Kadar’a şöyle bir bakayım dedim. Çünkü dördüncü bölüm itibariyle diziyi Feride Kaytan yönetmeye başladı. Beşinci bölümden itibaren senaryosunu da Sevgi Yılmaz’ın yazmaya başladığını öğrenince, doğrusu değişikliklerin diziyi nasıl etkileyeceğini merak ettim. Sevgi Hanım’ın kalemini daha önce, 2011 yılında TRT 1’de yayınlanmış olan Mazi Kalbimde Yaradır dizisinde izlemiştim ve naif tarzını, şiir gibi repliklerini çok sevmiştim. Bir dönem dizisine de çok yakışıyordu ama bir intikam çabasını merkezine alan bu hikayede nasıl duracağına dair tereddütlerim vardı.

Ancak izleyince gördüm ki bu iki değişiklik de diziye çok iyi gelmiş. Her şeyden önce ortam sıcak ve aydınlık olmuş yahu! İlk iki bölümdeki karanlık ve boğucu atmosfer, setin elektrik faturasının ödenmemesi nedeniyle elektriklerin kesik olmasından kaynaklanmıyormuş demek ki. Şaka bir yana, görsel olarak hapishane soğukluğunu, Dağhan’ın mahvolan hayatının kasvetini vermek istedikleri için öyle bir görsellik seçilmiş olduğunu tahmin ediyorum ama bu durumun insanı ittiği de bir gerçek. Bunun dışında gördüğüm kadarıyla tempo sorunu da çözülmüş, izlerken sahneleri ileri sarma isteği uyanmadı bende. Psikolojik gerilim havasından çıkıp biraz daha aksiyona yönelmiş olduğu için benim heyecanımı diri tutmayı başardılar.

Belki hikaye açılımları benim izlemediğim iki bölümde zaten planlanıp ipuçları verilmiştir, orasını bilemiyorum tabii ama bu bölümde oyun içinde oyun hali beni oldukça meraklandırdı. Ayrıca karakterlere bir can gelmesi, bir ruh üflenmesi de onlarla kaynaşmamı sağladı. Mesela ilk bölümde Dağhan’ın ailesi de onunla birlikte mağdur olmuştu fakat ben ne o acılarıyla, ne de sonrasındaki kavuşma sevinçleriyle empati yapabilmiştim. Fakat bu bölümde Selvi’nin o “hatırlayamadığı, tanıdığı ama unuttuğu aile hissini” ben de onunla birlikte hissettim. Aynı şekilde Selvi ve abisinin birbirleriyle olan ilişkileri, birbirleri uğruna yaptıkları fedakarlıklar ve abi-kardeş sevgisi de beni etkiledi.

Bu, karakterlerin duygu durumunu hissedip bunu içselleştirme halimin tek istisnası ise Ender ve Beril. En başından beri onlara dair fikrim hiç değişmedi. İkilinin sahneleri küresel ısınmaya karşı bir çözüm olarak kullanılabilir, öylesine soğuk ve sıkıcılar. Hatta Ender'in ablası bile benimle aynı fikirde. Beril’in ne aşkına, ne çocuğuna olan hasretine(!), ne de babasının katilini bulma isteğine inanıyorum. Aynı şekilde Ender de sığ bir takıntılı aşık rolünden öteye gidemedi benim gözümde. Sarp Levendoğlu, hafif kafası çatlak, kendi çapında eğlenceli bir kötü karakter çıkarmaya çalışıyor gibi ama hiç bilmeden izleyen biri bu hal ve hareketleri yüzünden tikli bir adam zanneder. Kötülüğüne rağmen sevilesi tarafları olabilirdi ki böyle karakterleri izlemeyi de çok severim ama şu haliyle benim açımdan çok itici.

Her hikayede aşk öyküsü anlatılmak zorunda değil elbette ama burada Selvi’nin çocukken mecburen iftira attığı adama, Dağhan’ın da kendisinin 11 yılına sebep olan ifadeyi veren kadına aşık olması onları zorlayıcı ve çıkmaza sokan bir unsur olduğu için aşk hikayesinin de olması gerektiğini düşünüyordum. Fahriye Evcen ve Engin Akyürek’in bence kimyaları kağıt üstünde bile tutuyordu. Bu bölümde Dağhan’ın evindeki kısacık sahneyle de yanılmadığımı anladım. Dağhan ve Selvi’nin henüz daha kendilerine bile itiraf edemedikleri duyguların çekimine kapılarak yakınlaştıkları ama bir yandan da kendilerini dizginlemeye çalıştıkları, hiç konuşamayıp birbirlerine “Sen oku kelimeleri gözlerimden…” dedikleri o sahnede, hem iki oyuncunun oyunculukları, hem de Cem Adrian’ın geceye çok yakışan sesi sayesinde kalbim pır pır etti. Şarkı seçimi sahnenin var olan duygusunu daha da yükseltmişti.

Ezcümle; yapılan değişikliklerle -bence- ilk bölümlerde seyirciyi (Bkz; ben) tüm merakına rağmen kaçırtan pek çok olumsuzluk giderilmiş, görsel olarak daha izlenilesi, derdini ve amacını daha net bir şekilde anlatan ve insanı hem kurgusal olarak hem de karakterler bazında içine alan bir hikaye ortaya çıkmış. Ben önümüzdeki bölümü merakla bekliyorum, inşallah “Ya burada böyle bir dizi vardı, du’ bir bakayım neler olmuş?” diye diziye ikinci bir şans veren benden başkaları da çıkar ve ilk bölümlerle yeni bölümler arasındaki farkı görür. Çünkü bence 2017 yılında başlayan dizilerin içinde hem oyunculuklar, hem de hikaye açısından en kaliteli işlerden biri ve hak ettiği değeri görmesini, harcanılan emeğin karşılığını almasını çok isterim.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER