Nostaljik detaylara dokundukça göz dolduran
La La Land, aşkı da mevsimlerle ifade ediyor. Kışın kasveti, ilkbaharın
başlangıçları simgeleyen canlılığı, yazın enerjisi ve sonbaharın hüznü…
Sebastian ve Mia’nın aşkında tüm evreleri sırasıyla yaşıyorsunuz. Dönüp gelinen
nokta ise yine aynı.
İkisi de hayallerinden vazgeçmişken,
Mia’nın yeniden hayallerinin peşinden koşmasıyla hayal ve gerçek ayrımına bir
kez daha net bir şekilde değinilen filmin finali ise kalbimi çok acıttı. Sadece
Mia ve Sebastian’ı değil, kendimi de düşündüm o an.
Damien Chazelle, muazzam bir görsel şölen
sunuyor. Kullanılan renklere, mekanlara bayıldım. Karakterleri değil duyguları
müziklerle konuşturan La La Land’ın en büyük şanslarından biri de Ryan Gosling
ve Emma Stone’un muazzam kimyası. Birbirleriyle öyle uyumlu bir performans
göstermişler ki, Mia ve Sebastian’ı keyifle izlememek mümkün değil. Filmin
gözüme batan tek sıkıntısı, karakterlerin zaman zaman fazla yüzeysel kalması oldu.
Özellikle yazdan sonbahara geçerken bir anda içine düşülen durumu anlamakta
biraz zorlandım. Sinematografinin senaryonun önüne geçtiği de filmin her anında göze çarpıyor.
La La Land; geçmişe özlem, caz müziğe
bağlılık, sinemaya aşk duyan muazzam bir seyirlik. Detaylarıyla göz dolduran,
gözyaşlarını yanaktan sızdıran, kalbi ısıtan. Tekrar tekrar izlenesi,
müziklerini açıp açıp dinlenesi…
2016’yı La La Land ile bitirdim, kalbimden
geçen 2017’ye de La La Land ile başlamak… En kısa zamanda, sinema salonunda ‘City
of Stars’ tınılarıyla baş başa kalmak istiyorum. La La Land ile sinemaya bir
kez daha aşık oldum. Dilerim 2017 çok daha güzel filmlerle gelir, sinemaya
hayranlığımızı katlayan bir yıl olur.