Hiç unutmam, diziyi izlediğimiz dönemlerde bir
arkadaşım bana aynen şunu demişti. “Fedakarlık, ruhundan bir parça
vermektir. Gitmektir fedakarlık, bırakıp
gidebilmektir. Acısını içine gömmektir. Sevdiğin insanları seçiminde özgür
bırakmaktır.” Necdet
değildi bu bırakıp gidebilme fedakarlığını gösteren. Mesela Ahmet, yaşadığı aşk
acının da etkisiyle parlak bir kariyeri bir kenara atıp, hiç kimseyi tanımadığı
bir Anadolu kasabasında küçük mutluluklarla yetinmeye çalışmıştı. Mesela Güzide onca eğitimine rağmen Necdet’in onu istemediğini duyunca Kadriye Abla'sının eski galeta fırınına gizlenmişti. Mesela Harun,
Işık’ın dostluğunu da kaybetmemek adına, tüm arkadaşlarını bırakıp başka bir
şehre taşınmış, orada ondan gelecek bir mektubun yolunu gözler olmuştu. Keriman bile, maddi imkanı ve eski forsu
kalmayan, evli bir adamı senelerce sevmiş, hapiste olmasına rağmen beklemiş ve
yaşlanmış haliyle bile hayatına kabul etmişti. Bu saydığım herkes, kendilerinden
bir şeyleri feda edip acılarını yaşamışlardı. Necdet'in ise kendinden verdiği bir şey olmadı.
Necdet’in bu evlilik süresince hiç acı çekmediğini
söyleyemem elbette ama bunları yaşamamak için en azından kendi adına da hiçbir
şey yapmadı. Yasemin boşanma lafını her ağzına aldığında onlar olmadan
yaşayamayacağını söyledi durdu. Yani
Yaseminsiz yaşamaktansa, bu şekilde yaşamayı tercih ediyordu. Dolayısıyla o acı
çektiği koşulların esiri olmayı kendi seçti, her şeyi bile isteye.
Eğer Necdet Yasemin'e aşık
olmayıp sadece arkadaşça hislerle evlenseydi kendi hayatını heba ettiği için
ona üzülebilirdim. Sonuçta başka biriyle gerçek ve de mutlu bir evlilik hayatı
yaşama imkanını bir süreliğine de olsa yitirmiş olacaktı. Ama onun zaten hayal
ettiği hayat buydu! Bir de Yasemin ona aşık olsaydı tam kaymaklı ekmek kadayıfı
olurdu. Ben o zaman durumuna neden üzüleyim ki? En fenası da kendi hayalleri
yüzünden bir baba evladından yıllarca bihaber yaşadı, Rüya’nın gerçekleri
öğrendiği zaman ne duruma düşeceği göz ardı edildi. Halbuki baba sıfatıyla o
çocuğun mesuliyetini üstlendiğine göre, psikolojik durumunu da düşünmesi,
Yasemin istemese bile gerçeği bu kadar uzun süreli saklamaması, en azından onu
açıklamak için teşvik etmesi gerekiyordu.

Necdet,
Yasemin’i hiçbir şey beklemeden umutsuzca sevseydi, Ahmet Yasemin’le görüşmeye
geldiğinde buna engel olmazdı. Çünkü gerçek sevgi; imkanın varsa sevdiğinin bir
damla gözyaşının akmasına engel olmaya çalışmaktır, onun her gece döktüğü
gözyaşlarına gözünü kapatmak, hıçkırıklarını duymamak için yan odada müziğin
sesini açmak değildir. Hatta eğer bu sevginin karşılığı yoksa kimi zaman
sevdiğinin mutsuz olmasını engellemek için çekip gitmektir gerçek sevgi. Bu bırakıp
gidebilmeler biraz da kendine güven duymak ve dirayetli olabilmekle alakalı
aslında. Necdet’te biraz da bu eksikti bana kalırsa. Rüya ve Yasemin olmadan
hayatını sürdüremeyeceğini söyleyip durdu ama mesela bu şekilde hayatını
sürdürebilen Ahmet’i göz ardı etti. Halbuki Harun’un dediği gibi, karşılıksız aşkta biri üzülmeye
mahkumdur ve bu genellikle karşılıksız aşka düşen olur. Olgun bir insan yeri
geldiğinde bu üzüntüyü içine gömmeyi bilir. Ahmet acılarının üstünü fosforlu
kalemle hiç çizmezken, Necdet elinden sevdiği oyuncağı alınınca yaygarayı basan erkek çocuklarına benziyordu bu konuda.
Ahmet ile Necdet arasındaki farkı somut bir şekilde örneklemek de mümkün.
Ahmet, Rüya’yı Necdet’ten öğrendikten sonra Yasemin’le parkta konuşurken bunu
ona Necdet’in itiraf ettiğini söylemişti. Yasemin, “Ne oldu da
söyledi?” diye sorunca da, "Ona sor." dedi. Necdet’in Güzide’yle
ilişkisinden ve bu yüzden kavga ettiklerinden hiç bahsetmedi. Yasemin aynı
soruyu Necdet’e sorduğunda ise "Ahmet bana hakaret etti." yanıtını aldı.
Halbuki Ahmet ona hakaret etmemişti, aksine Necdet Ahmet'e, “Sen bakar körsün!”
demişti.
Yazı devam ediyor.