Gel gelelim aynı dizinin bir başka bölümünde, -plan gereği mezun olamasa da-, akademinin en yüksek puanına sahip bir çaylak, teşkilatta bir köstebek olduğunu müdürüne söyledikten sonra bir plan hazırlıyor ve yılların müdürü o planı akıl edemiyor. Olmaz ya hani, kurgu bu, olmuş öyle bir şey diyelim koskoca emniyette herhangi bir açıya yerleştirilmiş güvenlik kamerası da mı yok? Aslan telefonu çekmecede bulunca niye bir yere bakılmadı? Önceki bölümde olduğu gibi kablosuz kamera olduğu için sinyali mi bozuldu halkın emniyetini sağlamakla görevli polislerin bulunduğu merkezin?
Hadi bunları geçeyim, benim cahilliğimdir kaçırdığım bir nokta vardır. Emniyette aslında böyle bir sistem yoktur. Ya da kamera vardır ve hatta kayıtlar incelenmiştir ama biz görmemişizdir. Sarp’ın kırmızı Mustang’ine ne diyelim? Kırmızının inanılmaz dikkat çekici bir renk olduğunu es geçelim, trafikte görmeye alışık olmadığımız ve İstanbul gibi metropol sayılan bir şehirde bile toplasan bir elin –hadi iki olsun sizi mi kıracağım- parmaklarını geçmeyen bir araçla Celal’i takip etmesini nasıl mantıklı bulalım? Celal Bey dikiz aynası kullanmıyor ya da şerit değiştirirken yandaki aynalara bakmıyor herhalde?
Melek’in evinde telefonunu ortalık yerde bırakan Sarp'ın yanı sıra her aramada direkt konuşmaya başlayan müdürün ne hikmetse o anda sessiz kalası tutuyor. Bir şifre bulmak kimsenin aklına gelmemiş mi mesela? Banka şubesi olur, okul kaydı almak için arayan satış elemanı olur, gün içinde sekiz yüz elli kez müşteri hizmetlerinden bir şeylerin reklamını yapmak bir şeyler satmak için aranıyoruz. Telefona ‘Aşkım’ diye kaydetmek yerine görünürde bir müşteri hizmetleri/ servisi numarası olsa olmaz mıydı mesela?
“Merhaba bilmem ne okullarından arıyoruz, X bankasında faizsiz kredi veriyoruz, 5 kavanoz bal sadece 5 lira…”
Hiç mi yok?
Sarp ve Yusuf müdürün çatıda Celal- Melek ve Mert’in ara sokakta yer altında buluşmalarını mesaj kaygısı sayıp, orada burada sürekli buluşmalarını yürek yemişliklerine verip başka bir konuya geçiyorum. Sarp, yakalanmaktan son anda kurtulduktan sonra Celal’in çıkışının ardından hemen mekana dalıyor. Aynı zamanda Celal ve Mert arasında geçen bir konuşma var. “Ben çıktım ama arkandan gelebilir.” gibi bir cümle…
Madem gelebilir, kenarda dur bekle. Peşindeki kim kendi gözlerinle gör. Açığa çıkan da kendisi olmayacak üstelik, Sarp olacak. Her açıdan kazançlı olduğu bir durumda…
Sarp, Mert’i yakalamak için tekrar aynı yere girdi, kapıdan üstüne mermi yağdı. İçerisi bayağı karanlık ve kapıdaki kurşun deliklerinden ışık giriyor içeriye ve Mert’i görüyoruz binanın dışında. Kapının dibindeki hareketlerine rağmen bir kere bile kesilmedi, titremedi o ışıklar. Ya da kapının diğer tarafında, insanların geçtiği trafiğin aktığı kesimde susturucu kullanılmamış bir silahla ateş açılıyor ve tek bir insan sesi çıkmıyor?
Çığlık atan, yere yatan, arabasını durduran ya da kornasına basan bir insan evladı yok mu İstanbul’da? Herkes mi bu kadar benimsedi silah sesini?
Yılların kurdu Celal ve birinci adamı olmak için milletin birbirini ezdiği müdür gerçekten bu kadar pasif ve iş bilmez mi? İlk bölümde ağzımıza bir parmak bal çalmak için mi koptu o tantanalar? Karşılarında el pençe divan duruldu?
Hepsini bir kenara koyayım diyorum, Aslan’ın son sahnede yaptığı aptallığı aklım almıyor! Bu adam akademiden mezun olmuş, aktif olarak bir polis merkezinde çalışan, olaylara müdahale eden, araştıran soruşturan, rapor hazırlayan bir polis değil mi? Hadi telefonu seyirci görsün diye ortada tutarak videoyu çekti, kayıt biter bitmez niye tırım tırıs teşkilatta birlikte köstebek aradıkları müdürüne yollamadı o videoyu?
Hat mı çekmiyordu? İnternet paketi mi bitmişti? Yine mi sinyal bozucular vardı? Celal’in çıkışını gördükten sonra Mert’i gözlemesi, kendini güvene aldıktan sonra bulunduğu yerden çıkması gerekmiyor muydu? Bu adamlar böyle eğitimlerle mi mezun oldu o akademiden?
Ekranda dönemin akımı haline gelen bir konuyu işleyen diziler dışında kalan her işi gerçekten izlemek istiyorum. Karakterlerin hikayelerine ortak olmak, varsa taraf tutmak, "haftaya ne olacak acaba?" diye düşünürken ellerimi dizlerime vurup "Vah vah tüh tüh! " diye söylenirken heyecanlanmak istiyorum. Hatta ve hatta "Yok artık canım! Böyle miymiş cidden?" diye gözlerimi büyütmek istiyorum.
Tüm benliğimle verilen emeklerin önünde saygıyla eğilirim, yapılan işi asla ama asla küçümsemiyorum yazının başında da belirttim bunu. Türkiye'de dizi yapmak; oynayanından yazanına, çekeninden izleyenine akıllı işi değil bildiğimiz şartlarda. Ancak görmezden gelinemeyecek hatalar da var.
Umarım ilerleyen bölümlerde böyle şeylerle karşılaşmayız, umarım yakın zamanda dizi süreleri daha insaflı hale gelir. Umarım bu gidişata bir "Dur!" diyecek çıkar...