“A War”, eli yüzü son derece düzgün, Danimarka sinemasını
utandırmayacak bir film ve fakat, söz konusu Oscarlar olduğunda, hem Cannes’da,
hem de Golden Globes’da ödülleri silip süpüren “Son of Saul” ve eleştirmenlerin
gözdesi “Mustang” gibi iki iddialı adayın yanında, filmin pek şansı yok. Gerçi
bu kategoriyi kestirmek hiç kolay değil; artık Akademi üyeleri oylama günü
yatağın hangi tarafından kalkarlarsa…
Bir kısmı Türkiye’de, mülteci kamplarının bulunduğu bölgelerde
çekilen filmin adından da anlaşılacağı üzere, bir savaş anlatılıyor. Ne var ki,
keskin olmayan çizgilerle üç bölüme ayrılan filmde bahsedilen savaşın, aslında
tam olarak da düşündüğümüz savaş olmadığı, ilerleyen bölümlerde ortaya çıkıyor.
Danimarka’nın Afganistan’a gönderdiği küçük bir grubun, komutanları liderliğinde,
Taliban’ı civar köylerden uzak tutmaya çalışmasını anlatan filmde, Komutan Claus Michael Pedersen'i,
Game of Thrones ve 2016 yazında gösterime girecek yeni
Ben-Hur filminde rol alan
Pilou Asbaek canlandırıyor. Küçük bir not:
Haluk Bilginer de Simonides
rolüyle
Ben-Hur filminde karşımıza çıkacak.
Daha ilk sahnelerde, hiç beklemediğimiz anlarda patlayan
mayınlar, havada uçuşan et parçaları, ağır bir savaş filmi izleyeceğimizi
düşündürse de kısa sürede filmin tonu değişiyor. Hikaye, diğer savaş
filmlerinden farklı olarak, askerlerin birbiriyle olan ilişkisinden ziyade,
komutana ve eş zamanlı olarak, Danimarka’da üç çocukla tek başına idare etmeye
çalışan eşi ve çocuklarının gündelik hayatlarına odaklanıyor. Aile babası komutanın
Afgan halkıyla bir iki karşılaşmasından anlıyoruz ki, kendisi son derece
merhametli ve özellikle çocuklardan yardımını esirgemeyecek bir babayiğit. Zaten
filmin en başından itibaren, Claus’un iyi adam olduğu seyirciye belletiliyor.
Gel gör ki, pusuya düşürüldükleri bir gün, ağır yaralanan askerine yardım
çağırabilmek için düşünmeden söylediği yalan,
başının belası oluyor ve filmin Danimarka kısmı başlıyor.
Sivillerin yaşadığı bölgeyi bombalamak suretiyle 11
kişinin ölümüne neden olduğu iddiasıyla yargılanmak üzere apar topar Danimarka’ya
gönderilen komutan, başlarda, düşünmeden verdiği yanlış kararın arkasında
durmaya ve cezasını çekmeye razıyken, karısının desteği, daha ziyade gazıyla yavaş
yavaş karanlık tarafa geçiyor ve filmin üçüncü ve son bölümü olan yargılama kısmında,
artık gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Claus’un, ağır yaralanan askerini
kurtarmak için bütün imkanları seferber etmesi ve çatışma anında bu sebeple bir
anda yalan söylemesi son derece insani. Hatta, kendilerine ateş açan düşmanın,
sonradan bombalanan bölgede olduğunu düşünmesi de makul ama bunun için elinde
hiçbir kanıt yok. Bunların yanında, ailesinden daha fazla ayrı kalmamak için
gerçekleri çarpıtması da bir derece anlaşılır, hepimiz insanız. Ne var ki bunu
yaparken, kendini de inandırıp, mahkemede canla başla yalan öyküye tutunmasını
izlemek gerçekten ilginç bir tecrübe.
Amerikan sinemasında bu tip konular kör göze parmak şeklinde
işlenir; karakterin içi içini yer, fiziksel olarak bunu görürsünüz. Gece yarısı
uzun yürüyüşlere çıkar, sigaraya abanır ve “lanet olasıca, yalan söyleyemem,
anlıyor musun?” diye sağa sola bağırır durur. Ne var ki bu filmde, karakter
takriben on dakika kadar vicdan azabı çektikten sonra karısının da “ısrarıyla”
başlıyor kendi hikayesini anlatmaya. Karşı tarafın elinde, çatışma anının sesli
kamera kaydı, askerlerin aksi yönde ifadeleri ve "yanlışlıkla" vurulan evdeki
sivillerin yürek dağlayıcı fotoğrafları olmasına rağmen, komutanın bütün suçu ‘çatışma
anı paniği’ne atarak her şeyi reddetmesi, bununla da yetinmeyip, düşmanın o
evde olduğuna dair kesin bilgi geldiği konusunda ısrar etmesi, mahkeme
sahnelerini bayağı izlenilesi kılıyor. Bu kadar kanıta rağmen bu adam nasıl
olacak da kendini savunacak diye merakla izliyorsunuz ve bir şekilde oluyor, o
savunma yapılıyor. İşin garip ve yönetmenlik açısından başarılı yanı, bütün
bunları izlerken, olayın ahlaki boyutu ne kadar sinirlerinizi bozsa da, bir
türlü karakterden nefret edemiyorsunuz.
Çünkü en başta, iyi adam ve örnek asker
olduğu konusunda hemfikir olmuşuz, şimdi alt tarafı yanlış bir karar verip, on-
on bir kişiyi öldürdüyse ne yapalım?! Savaş zamanı kurunun yanında yaş da
yanmıyor muydu? Hem bu adamın hapse girmesi kimin işine yarayacak? Zaten giden
gitmiş; kimsenin adını bile hatırlamadığı küçücük bir köyde, savaşla yaşamaya
alışkın bir halk. Aynı anda komutanın ve karısının beynine girmişçesine bunları
düşünürken, Claus’tan tiksinip, bir
yandan da karısına hak vermeniz, filmin yazar/yönetmeninin başarısı değil de
nedir? Filmin sonunu açıklayacak değilim; zaten o savunmadan sonra olayların
nasıl sonuçlandığının pek önemi de yok, zira Claus çoktan çizginin diğer
tarafında.
Ne zaman yaşını başını almış, beyaz ve demografik
özellikleri nedeniyle tutuculuğa yatkın olabileceği düşünülen Amerikalı gruplarla “yabancı” (altyazılı) film
izlesem, filmin yarısından fazlasını, karanlıkta tek tek insanların yüzüne
bakıp, tepkilerini ölçmeye çalışarak geçiriyorum. Amerikalıların genel olarak
bu konudaki şımarıklığı ve altyazılı film izlemekten nefret etmesi, ömrü
boyunca altyazı okumaya çalışmaktan topyekûn gözleri bozulmuş bir toplumun evladı olarak, beni hep
sinirlendirmiştir. O yüzden bu film boyunca da, kimlerin sonunu beklemeden çıkıp
gideceğini, kimlerin yönetmenle olan söyleşiye kadar dayanacağını tahmin etmeye
çalıştım ve sonunda hiç beklenmedik bir tavırla karşılaştım: filmi
alkışladılar. Bildiğin ayakta alkışladılar.
Ben o sırada, için için karaktere
sinir olmakla meşgulken durumu tam olarak algılayamadım sanırım ama, umuyorum
ki seyirciler, filmin prodüksiyon kalitesinden, oyunculuklardan,
yazar/yönetmenin başarılı film anlatıcılığından memnun kaldıkları için ellerini
yordular zira başta da söylediğim gibi, gayet eli yüzü düzgün bir film “A War.”
İsminde belirsiz bir savaş kastedilmiş olsa da içinde birden fazla savaş var:
Afganistan’daki fiziksel savaş, karakterin kendi içindeki on saniyelik savaşı
ve mahkemede tarafların savaşı. Şahsen bunların içinde en çok mahkeme
sahnelerini ilgiyle izledim.
Amerika’da 12 Şubat 2016’da gösterime giren filme, Oscar
yarışında şimdiden başarılar diliyoruz. Filmin yönetmeni Tobias Lindholm’le
yapılan ilginç söyleşi bir sonraki yazıda!