A War: Beyaz yalan olur mu?

A War: Beyaz yalan olur mu?
Danimarka'nın Oscar adayı film, 12 Şubat'ta Amerika'da vizyona girdi
İskandinav sinemasına aşina olanlar, Tobias Lindholm ismini bir yerlerden çıkaracaktır. Hani, 2014 Akademi Ödülleri’nde Danimarka’yı yabancı film kategorisinde temsil eden ve haksız yere suçlanan bir adamın mücadelesini anlatan, pek etkileyici “Hunt” filmi vardı ya? Hah, işte onun yazarı. Bu çok ödüllü filminden sonra “A Hijacking” isimli filmi yazıp yöneten sinemacı, dünya festivallerinde gezinen son filmi “A War” (Krigen) ile, Oscar sahnesine geri dönüyor ve bir kez daha En İyi Yabancı Film dalında Danimarka’yı temsil ediyor.

“A War”, eli yüzü son derece düzgün, Danimarka sinemasını utandırmayacak bir film ve fakat, söz konusu Oscarlar olduğunda, hem Cannes’da, hem de Golden Globes’da ödülleri silip süpüren “Son of Saul” ve eleştirmenlerin gözdesi “Mustang” gibi iki iddialı adayın yanında, filmin pek şansı yok. Gerçi bu kategoriyi kestirmek hiç kolay değil; artık Akademi üyeleri oylama günü yatağın hangi tarafından kalkarlarsa…

Bir kısmı Türkiye’de, mülteci kamplarının bulunduğu bölgelerde çekilen filmin adından da anlaşılacağı üzere, bir savaş anlatılıyor. Ne var ki, keskin olmayan çizgilerle üç bölüme ayrılan filmde bahsedilen savaşın, aslında tam olarak da düşündüğümüz savaş olmadığı, ilerleyen bölümlerde ortaya çıkıyor. Danimarka’nın Afganistan’a gönderdiği küçük bir grubun, komutanları liderliğinde, Taliban’ı civar köylerden uzak tutmaya çalışmasını anlatan filmde, Komutan Claus Michael Pedersen'i, Game of Thrones ve 2016 yazında gösterime girecek yeni Ben-Hur filminde rol alan Pilou Asbaek canlandırıyor. Küçük bir not: Haluk Bilginer de Simonides rolüyle Ben-Hur filminde karşımıza çıkacak.

Daha ilk sahnelerde, hiç beklemediğimiz anlarda patlayan mayınlar, havada uçuşan et parçaları, ağır bir savaş filmi izleyeceğimizi düşündürse de kısa sürede filmin tonu değişiyor. Hikaye, diğer savaş filmlerinden farklı olarak, askerlerin birbiriyle olan ilişkisinden ziyade, komutana ve eş zamanlı olarak, Danimarka’da üç çocukla tek başına idare etmeye çalışan eşi ve çocuklarının gündelik hayatlarına odaklanıyor. Aile babası komutanın Afgan halkıyla bir iki karşılaşmasından anlıyoruz ki, kendisi son derece merhametli ve özellikle çocuklardan yardımını esirgemeyecek bir babayiğit. Zaten filmin en başından itibaren, Claus’un iyi adam olduğu seyirciye belletiliyor. Gel gör ki, pusuya düşürüldükleri bir gün, ağır yaralanan askerine yardım çağırabilmek için düşünmeden söylediği yalan, başının belası oluyor ve filmin Danimarka kısmı başlıyor.

Sivillerin yaşadığı bölgeyi bombalamak suretiyle 11 kişinin ölümüne neden olduğu iddiasıyla yargılanmak üzere apar topar Danimarka’ya gönderilen komutan, başlarda, düşünmeden verdiği yanlış kararın arkasında durmaya ve cezasını çekmeye razıyken, karısının desteği, daha ziyade gazıyla yavaş yavaş karanlık tarafa geçiyor ve filmin üçüncü ve son bölümü olan yargılama kısmında, artık gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Claus’un, ağır yaralanan askerini kurtarmak için bütün imkanları seferber etmesi ve çatışma anında bu sebeple bir anda yalan söylemesi son derece insani. Hatta, kendilerine ateş açan düşmanın, sonradan bombalanan bölgede olduğunu düşünmesi de makul ama bunun için elinde hiçbir kanıt yok. Bunların yanında, ailesinden daha fazla ayrı kalmamak için gerçekleri çarpıtması da bir derece anlaşılır, hepimiz insanız. Ne var ki bunu yaparken, kendini de inandırıp, mahkemede canla başla yalan öyküye tutunmasını izlemek gerçekten ilginç bir tecrübe.

Amerikan sinemasında bu tip konular kör göze parmak şeklinde işlenir; karakterin içi içini yer, fiziksel olarak bunu görürsünüz. Gece yarısı uzun yürüyüşlere çıkar, sigaraya abanır ve “lanet olasıca, yalan söyleyemem, anlıyor musun?” diye sağa sola bağırır durur. Ne var ki bu filmde, karakter takriben on dakika kadar vicdan azabı çektikten sonra karısının da “ısrarıyla” başlıyor kendi hikayesini anlatmaya. Karşı tarafın elinde, çatışma anının sesli kamera kaydı, askerlerin aksi yönde ifadeleri ve "yanlışlıkla" vurulan evdeki sivillerin yürek dağlayıcı fotoğrafları olmasına rağmen, komutanın bütün suçu ‘çatışma anı paniği’ne atarak her şeyi reddetmesi, bununla da yetinmeyip, düşmanın o evde olduğuna dair kesin bilgi geldiği konusunda ısrar etmesi, mahkeme sahnelerini bayağı izlenilesi kılıyor. Bu kadar kanıta rağmen bu adam nasıl olacak da kendini savunacak diye merakla izliyorsunuz ve bir şekilde oluyor, o savunma yapılıyor. İşin garip ve yönetmenlik açısından başarılı yanı, bütün bunları izlerken, olayın ahlaki boyutu ne kadar sinirlerinizi bozsa da, bir türlü karakterden nefret edemiyorsunuz.

Çünkü en başta, iyi adam ve örnek asker olduğu konusunda hemfikir olmuşuz, şimdi alt tarafı yanlış bir karar verip, on- on bir kişiyi öldürdüyse ne yapalım?! Savaş zamanı kurunun yanında yaş da yanmıyor muydu? Hem bu adamın hapse girmesi kimin işine yarayacak? Zaten giden gitmiş; kimsenin adını bile hatırlamadığı küçücük bir köyde, savaşla yaşamaya alışkın bir halk. Aynı anda komutanın ve karısının beynine girmişçesine bunları düşünürken,  Claus’tan tiksinip, bir yandan da karısına hak vermeniz, filmin yazar/yönetmeninin başarısı değil de nedir? Filmin sonunu açıklayacak değilim; zaten o savunmadan sonra olayların nasıl sonuçlandığının pek önemi de yok, zira Claus çoktan çizginin diğer tarafında.

Ne zaman yaşını başını almış, beyaz ve demografik özellikleri nedeniyle tutuculuğa yatkın olabileceği düşünülen Amerikalı gruplarla “yabancı” (altyazılı) film izlesem, filmin yarısından fazlasını, karanlıkta tek tek insanların yüzüne bakıp, tepkilerini ölçmeye çalışarak geçiriyorum. Amerikalıların genel olarak bu konudaki şımarıklığı ve altyazılı film izlemekten nefret etmesi, ömrü boyunca altyazı okumaya çalışmaktan topyekûn gözleri bozulmuş bir toplumun evladı olarak, beni hep sinirlendirmiştir. O yüzden bu film boyunca da, kimlerin sonunu beklemeden çıkıp gideceğini, kimlerin yönetmenle olan söyleşiye kadar dayanacağını tahmin etmeye çalıştım ve sonunda hiç beklenmedik bir tavırla karşılaştım: filmi alkışladılar. Bildiğin ayakta alkışladılar.

Ben o sırada, için için karaktere sinir olmakla meşgulken durumu tam olarak algılayamadım sanırım ama, umuyorum ki seyirciler, filmin prodüksiyon kalitesinden, oyunculuklardan, yazar/yönetmenin başarılı film anlatıcılığından memnun kaldıkları için ellerini yordular zira başta da söylediğim gibi, gayet eli yüzü düzgün bir film “A War.” İsminde belirsiz bir savaş kastedilmiş olsa da içinde birden fazla savaş var: Afganistan’daki fiziksel savaş, karakterin kendi içindeki on saniyelik savaşı ve mahkemede tarafların savaşı. Şahsen bunların içinde en çok mahkeme sahnelerini ilgiyle izledim.

Amerika’da 12 Şubat 2016’da gösterime giren filme, Oscar yarışında şimdiden başarılar diliyoruz. Filmin yönetmeni Tobias Lindholm’le yapılan ilginç söyleşi bir sonraki yazıda!
 
 
 


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER