Ömer’in kitaplara
olan tutkusunun arkasındaki nedeni hep merak etmiştim. Meğerse en yalnız olduğu
günlerde tek dostu olmuş kitaplar onun... Kitaplar zaten her birimizin en
vazgeçilmez dostu, dert ortağı ve yaşam kılavuzu değil midir? Okuduğumuz
hikayeler bakış açımızı derinleştirir, ruhumuzu yıkar, kimi zaman iç
sıkıntılarımıza çare, bize yol gösteren olur. Onu aramadığımız zaman sitem
etmez, aradığımızda da naz etmez. Her ne kadar Ömer’in dedesi Sadri ustayı eski
toprak diye tanımlasa da ben onun kitap gibi bir adam olduğunu düşünüyorum.
Ağzından çıkan her sözle tam on ikiden vurmayı başarıyor her zaman. Ve Ömer ile
ilk karşılaşmasında yine yapıyor yapacağını ve Ömer’in içinde olduğu durum onun
sözleriyle dile geliyor, bize de ağlamak düşüyor.
“Başka yelkenli yok mu? Koskoca denizde bir başına diyorsun... O
çelimsiz haline bakmadan o denizin ihtişamına tek başına karşı koyuyor. Sanki
kendisi seçmiş gibi geldi bana yalnızlığı... Başka kapıları zorlamadan
atıvermiş kendisini denize. Kurban olmayı seçmiş.”
“Herkesin
geçmişinde acılar var. Önemli olan o acıları nereye koyacağını bilebilmekte. Ya
o acılarla yaşarsın ömrünün sonuna kadar kurban olmayı seçersin. Zavallı bir
insan olarak devam edersin. Ya da eski bir palto gibi sırtından atar gidersin
geçmişini, geleceğe umutla sarılırsın. Geçmiş unutulmaz. Unutmaman da lazım. O
acılar, üzüntüler, hayal kırıklıklarıdır seni sen yapan. Ama altında
ezilmeyeceksin, ayağa kalkacaksın, hayata tutunacaksın.”
“Fırsatlar insanın karşısına bağırarak, çağırarak
ben fırsatım diye çıkmaz ki... Kenardan kıyıdan sessizce geçmeye çalışırlar.
Önemli olan o fırsatı yakalayabilmektir. Burada kaybetmek yoktur. Fırsatın ta
kendisidir kazanmak. Kazanmayı öğreneceksin.”
Herhalde bu
cümlelerden sadece Ömer değil, hepimiz hayata dair almışızdır derslerimizi. Ama
biz dersimizi aldıkça, başımıza geleceklere ne yazık ki bazen engel olamayız.
Sadece onların karşısında nasıl durmamız gerektiğine karar verir ve istemesek
de kişisel tarihimizde izler bırakarak o yola devam ederiz. Daha beş
yaşındayken resim yapmaya başlayan ve tasarım konusunda başarılı Defne’nin
sınavı kazandığı zaman hayatın en büyük gerçeği olan ‘maddi sıkıntı’yla karşı
karşıya kalıp hayalinden vazgeçmesi gerektiği gibi: “Gerçeğin yanında hayal
nedir!”
Hayallerden
vazgeçmek. İşte o zaman anladım Defne’nin bir kere daha neden kendine hayal
kurmayı yasakladığını. Her kurduğunda birinin onu hızlı bir şekilde aşağı
çekmesindenmiş onun bu halleri. Ancak o hayallerin o zaman gerçekleşmediği, bir
daha hiç gerçekleşmeyeceği anlamına da gelmediği 30. Bölümün bizlere verdiği
hayat derslerinden biriydi. Bir şey eğer kaderinde varsa, bir gün o karşına
çıkacaktır. Yazının başında dediğim gibi doğru zamanı ve doğru yeri bekliyordur.
Aynı anda yaşadıkları o acı günün ardından Manu’da karşılaştıkları güne kadar
birbirlerini iki kere teğet geçen Ömer ile Defne gibi. Belki de onlar
birbirlerini bulmadan önce acıların en dibini yaşamaları gerekiyordu,
birbirlerine daha iyi merhem olmak ve birbirlerinin eksik parçalarını
tamamlamak için.
Her seferinde
ikisinin de hayatında dönüm noktası olan günlerde karşılaşmışlardı. İlk önce
Defne yetenek sınavını kazanıp hayatının değişeceğinin hayalini kurarken,
ardından da Ömer’in kendini hapis ettiği o yalnız dünyadan en sonunda çıkıp
İtalya’ya gideceği gün... O anda birbirleri için hazır değillerdi. Üstlerindeki
yükler, kafalarındaki sorular ile birbirlerine gelmeleri mümkün değildi. Aşkın
en yoğun halini yaşamaları için önce hayata karşı kendi savaşlarını vermek ve
ayağa kalkmaları gerekiyordu. İşte “Allah’ın hakkı üçtür” dediler ve yine
Defne’nin hayatının değişeceği başka bir günde en sonunda yolları yeniden
kesişti.
Yazı devam ediyor...