Kadın olmak dünyanın her yerinde
zor. Yaşlı-genç, şişman-zayıf, zengin-fakir, evli-bekar fark etmiyor, her ama
her kadından illa ki onda olmayan bir şeyleri bekleyen bir kalabalık var. Jennifer
Aniston olsan aşk acısı çekmediğine inanmayan, Rihanna olsan ‘Ooo çok kilo
almış’ demeye hazır bekleyen ve aklını yitirdiğini katiyen bilmeyen bir kitle
bu, ne yapsan mutlu edemiyorsun. İncecik kadına ‘Kiloları yüzünden dans edemedi’
yazmaya utanmayan (Ki incecik olmasaydı da bunu yapmak epey yersiz olurdu zira
bahsi geçen koreografi herhangi bir kilo gerektirmiyordu), arkadaşlarıyla
çıkmış gezen bir kadını eteğinin altından çekip ‘Frikik vermekten çekinmedi’
yazmayı normal gören bir medyayla beslenen bir kalabalık bu. Olmadıkları yer,
ayak basmadıkları kıta yok. O kadar kalabalıklar ki asla kazanamayacağın bir
savaş olduğunu bilip, yokmuşlar gibi yaşamaktan başka çare yok.
Bu çarka ülkemizde en çok maruz
kalanlardan biri de elbette Sibel Can. Genç kızlığından beri her adımı
konuşulan, evliliklerini, boşanmalarını, doğumlarını, alıp verdiği her gramı
ezbere bildiğimiz Sibel Hanım, bu çarkın hem mağduru, hem de onu en çok
besleyenlerinden biri fakat yine de esas mesleği olan müziğinin hiçbir zaman
alıcısı olmasam da yıllardır bu dünyadaki var olma biçimini beğendiğim bir
kadın. Bunca yıl, saat başı yeni birilerinin çıktığı ve sıkıldığımızı bitirip
atmamızın çok kolay olduğu bir zamanda hala ve hep gündemde kalmayı başarmak
iyi bir ekip olduğu kadar çok iyi çalışan bir kafa ve kessen acımaz bir ruh
gerektirir ve inanıyorum ki Sibel Can’da ikisi de var. Buna rağmen ne
gerektiğinden bilmiş, ne gerektiğinden saf görünür, evvelden yaptığı işleri
küçümseyip sınıf atlama ve felsefi görünme çabasına kapılmaz, kadınlığından bir
gram ödün vermez ama bunu bir kandırılma hali olarak da kullanmaz. Cilveli
olduğuna inanan bir takım insanlara bakarken varoluşunuzu sorgularsınız,
halbuki Sibel Can lahmacun siparişi verse bile ‘Vay arkadaş’ dedirtebilir. Ekrana
yakıştığına inandıklarımdandır.
Gelelim Sibel Can’ın başrolleri
Emre Kınay’la paylaştığı yeni dizisi Sevda’nın Bahçesi'ne. İkisinin bir arada
olduğu bir önceki dizinin etkisinde kalmış olsam gerek ki bir miktar iç
bayıcılık ve asmalı kesmeli aşk halleri bekliyordum ki beklentimin tam tersi
bir dizi çıktı. Evet ortada bir aşk var ama son derece akıcı ve neşeli bir
tempo eşlik ediyor ona. Hele kahramanların birbirini yıllar sonra görünce
aşklarının depreşmesini beklerken ikisinin de birbirine öfke kusmasına
bayıldım, tempoyu hiç bozmasınlar ve böyle gitsin isterim.
Pek tatlışsınız
Dizide en beğendiklerim Emre
Kınay ve Alina Boz oldu. Emre Kınay’a bayılmayacağımı düşünmemiştim zaten ama
Alina Boz güzel sürpriz oldu. Alina Boz’u gördüğüm ilk andan itibaren onun
Defne olduğuna inandım, normal şartlarda o kadar yeni bir oyuncu için bir
önceki rolünün akla gelmesi çok da enteresan olmazdı ama bunu yaptırmamayı
başarmış, ellerine sağlık. Üstelik Sibel Can'la uyumlarını da çok sevdim, bildiğin kırk yıllık anne kız gibilerdi. Bir de bu anne kızın her ne kadar çok zengin olmasalar da, kendi kendilerine yetebilen ve hatta başkalarına da ekmek kapısı olabilen bir hayatları olması da çok hoşuma gitti. Zengin erkek-fakir kadın aşkı olmayan bir dizi de izleyelim arada.
Ekran başında olduğum Cumartesiler
için güzel bir alternatif olmuş Sevda’nın Bahçesi. İlk bölümüyle umulan
reytingi getirmediyse de uzun ömürler ve iyi seyirler dilerim.