46’ya gidilen yolda yok olmak
Mortissa
DNA, gen ve kromozom
kavramları size de gizemli gelmiyor mu?
Düşünsenize bir sarmal
iplikçik var ve yaşamımızda başımıza gelecek olan her olay burada kodlu. Acayip
büyülü bir durum! Kimimiz “gen”lerimizi (genetik ve biyoloji ile uğraşanlar bu
durumu gen diye adlandırmasa da) annemizden, kimimiz babamızdan kimimiz de yedi
kuşak önceki atalarımızdan almışız.
İnsan ırkının %99.99’u aynı
gen koduna sahip iken hiçbirimiz diğerimize benzemiyoruz. Geride kalan %0.01’lik
gen kodlamamız veya DNA dizimizle herkesten farklı; ama aynı (!) yapıya
sahibiz. Şimdi neden durumun büyüsüne kapıldığımı ve ömrümün geri kalan 50-60 yılını bu mesleğe adamayı seçtiğimi düşünecek olursak; hâlâ ilk günkü
kıpırtıyla ruhumu dolduruyorum. Gizemli dünyaya ayak bastığınız ilk gün ne
kadar da şanslı olduğunuzu görebiliyorsunuz. Canlı varlıkların yapısını
oluşturan “şey” avuçlarınızın arasında size bakıyor. Onu kesiyorsunuz,
birleştiriyorsunuz, yeni kodlamalar yapıp bambaşka varlıklara çare buluyorsunuz
ya da sihrini çözüyorsunuz.
Genetik, özellikle “İnsan
Genom Projesi”nden sonra büyük bir ivme kazandı. Böylece çağımızın en popüler
alanı oldu. Hatta eğitim sistemlerinde bile bir sonraki çağımızın kesinlikle
“Genetik Devrimi” olduğunu ifade ediyorlar. Lütfen buraya kadar ki heyecanımı
mazur görün. Uzun zaman sonra iştah ile beklediğim arzum, bir dizi senaryosu
olarak karşıma çıkıyor. Beni heyecanlandıran bir diğer unsur ise genetik
mühendisini temsil eden oyuncunun Erdal
Beşikçioğlu olması idi. “Bugün sete çıkacağız castı kur.” deseler
kesinlikle bu rol için tek düşüneceğim isim Erdal Beşikçioğlu olurdu. Ondan
başkası rolü, karaktere büründüremezdi diye düşünüyorum.
Uzun zamandır (bir buçuk ay;
her hafta dizi yorumu yazan biri açısından epeyce uzun süreyi teşkil ediyor),
bilimsel ve akademik yazılar dışında meşgalem olmadığından dolayı ağzımın
suyunu aktıracak o işi bekliyordum. Ve geldi! Genetik her anlamda zor, bir o
kadar da eğlence dolu bilim dallarından biridir. Bu nedenle nasıl çekildiği,
senaryosunun ne şekilde adapte edildiği, kadrosunda kimler olduğu, Erdal
Beşikçioğlu rolüne hazırlanırken hiç DNA veya genlerle ilgili deney ortamında
bulundu mu, genetik mühendisliğini özümsemek için ne tür araştırmalar yaptığı ve
daha niceleri önümde dağ oldu taştı. Tanıtımları ve haberleri yayınlandıkça
iştahım açıldı. Özellikle PR için gönderdikleri hediyeleri görüp, duydukça
gözlerimden kalp çıktığını hissettim. PR için bile bu denli düşünceli ve
ayrıntılı olan yapım ekibinin yapacağı işi merak etmemek içten değil. Ayrıca
işin yönetiminde Serdar Akar ve
yapımcılığında ise Pana Film olması beklentimi birkaç tık daha ileriye götürdü.
"46" ismi dizinin alt omurgasını ve gizemini bize üflemiş oldu. Bilirsiniz ki insan
DNA’sının paketlenmiş hâli, yani kromozomu 46’dır. Kromozom oluşumu da
milyarlarca genlerin bir araya gelmesidir. Genler ise baz dizilerinin
oluşturduğu iki sarmallı DNA iplikçiğinden yapılmıştır. İşte tam olarak insan
(canlı organizma) oluşumu, tipi, rengi, kromozom eksiliği ya da fazlalığı,
mutasyona uğraması, mutasyon sonucundaki değişimlerin hepsi ve daha niceleri
DNA sayesinde vardır. DNA’ya baktığımız zaman 2.04 metreden oluşmakta. Ancak
basketbol oyuncularının bu boy oranına sahip olduğu yapı her canlının, her
insanın, yapısında bulunmaktadır. Peki, böyle bir uzunluğa sahip olan yapı
nasıl oluyor da katlanıp, birbirine dolaşmadan olabilecek minimum boyuta kadar
küçülebiliyor? Düşününce işin içinden çıkılamıyor değil mi? Doğru! DNA, genler,
kromozomlar ve genetik bilimi deryalardan yalnızca birkaçı. Şu âna kadar
yazdıklarım ise bu alanda samanlıkta iğne aramak gibi.
Şimdi bütün bu olanlar
izleyici olarak görmek istediklerim. İşin özüne inecek olursam; 46, jeneriğini
beğendim. DNA iplikçiği, biyokimya parametreleri, kapsüller… Sevdim ve
beklediğim düzeydeydi. Ne uzun ne de kısa. Gerektiği zamanlamayla fazla
sıkmadan amacını izleyiciye, en azından bana, iletti. Ameliyathane ve
laboratuar sahneleri aslında Türkiye genetik biliminin en ütopik dizaynına
sahip. Ne yazık ki çalıştığımız laboratuarlar bu kadar teçhizata sahip değil.
Görülen teçhizatların yer alabilmesi için de çok büyük bütçeli projeler
üretmemiz gerekiyor. Bilime ayrılan bütçe izlediğimiz laboratuar sahnelerinde
kullanılan teçhizatların, neredeyse, binde birine denk geliyor. Ha, yok mu hiç
böyle laboratuarlar? Var; ama özel kuruluşların merkezlerinde yer alıyor. O da
bir elin beş parmağını aşmıyor.
Sahneler oldukça soğuk ve
dışarıdan bakılarak anlatılıyor. Oysaki bilim de soğuktur, fakat bu kadar
sıkıcı ve ulaşılmaz değildir. Türkiye şartlarında çok isterim bu hikâye kendine
yer edinsin. Gelin görün ki, bu kadar mesafeli olan bir işi izleyici
benimsemekte güçlük çekecektir. Doğrusu bu kadar dert tasa varken de 46’yı değil de Survivor konsey gecesini izlemeyi tercih edeceklerdir. Amerika’da
bir biyoteknoloji veya gen merkezini baz alarak anlatılacak olaylar olursa
hedeflerine ulaştılar. Atladıkları durum ise burada eyalet büyüklüğünde
biyoteknoloji ve gen merkezlerimizin olmaması. Üzgünüm, burası Türkiye! Ağa,
Paşa dizilerini ayran budalası gibi izlediği koşullarda ulaşılmak istenilen
hedef bu değildir. Özellikle PT2 sonu PT3 başı gibi yayın kuşağında da
izleyenler yalnızca meftunu olanlar olacaktır. O da hikâyenin alıcısı değil,
Erdal Beşikçioğlu hatırına olan izleyicisidir. Bu da nereye kadar devam eder? Bilinmez.
Yönetmenlik olayına fazla değinmek istemesem de, tek kelime ile hüsran
diyebilirim. İnanılarak çekildiğini ve oynandığını hissetmedim.
Ütopik konuları dizi
dünyasında ele almak oldukça bıçak sırtı bir cesaret göstergesidir. Biraz
abartsan bu akşam izlemeye çalıştığımız görüntülere ulaşıyoruz. Üstün körü,
önem vermeden değinsen bu defa da “Bak, anlatmadı.” diyecekler. Hoş, Murat Hoca
(Erdal Beşikçioğlu)’nın genetik dersini anlatırken tahtada yer verilen DNA
formülünü lisedeki öğrencilerime dahi çizmem. Eğer moleküler biyoloji veya
genetik dersi veren birkaç öğretim üyesinden fikir paylaşımı yapılsaydı bırakın
tahtaya şekli çizmeyi, sınavlarda dahi değindirmediklerini öğrenirlerdi.
Değinen öğrenciyi de bilin ki dersten bıraktıklarını (Bu konuda sağ olsun
hocalarım canıma okuduğu için çok iyi biliyorum) kendi dillerinde
belirtirlerdi. Bu da durumun en basit göstergesidir.
Kısacası süresinin 60 dakika
olması benim açımdan hiçbir şey ifade etmedi. Daha ilk 15 dakikasından
hikâyeden koptum ve odaklanamadım. Oyunculuklara adapte olamadım. Sadece Esra
Erol’un kardeşi Eda Erol’un dizide olduğu gözüme çarptı, o da ilk on beş
dakikanın içinde olmasından dolayı. Demek 150 dakika olsa izlenme oranları dibi
boylayacak. Yolu açık ve gerçek anlamda şansı bol olsun. Şansa ihtiyacı olan
bir yapım! Fakat bu kadar doz alımı benim kotamı doldurdu ve tüm iştahımı
kapattı.
Devam edecek izleyicilere keyif dolu seyirler dilerim.