Bunların hepsi tamam da, problem, öğretmen
kardeşimizin, başkasının hayalini sahiplenme süreciyle başlıyor.. Bu süreç, bir
an önce hikâyenin içine dalabilmek için o kadar çabuk ve o kadar yüzeysel
işleniyor ki, hisli öğrenci ödevleri okunurken duygulanan halim selim bir
öğretmenin, eline silah alıp suikastçi peşinde koşabileceğine ikna olmakta
güçlük çekiyor seyirci –şair burada ‘seyirci’ ile kendisini kastediyor..
Aralarında bir dolu ‘kelebek etkisi’ muhabbeti dönmesine rağmen, ‘cahil’
hamburgerci ‘entel’ hocayı o konuda da çabucak ikna ediveriyor.. Mesele de
aslında bu ‘çabuklukta’ zaten.. Sadece olaylar değil hızlı akan; James Franco
da öğretmen karakterini o kadar hızlı yorumlamış ki, adamın bütün bunları
sindirişini seyircinin sindirmesine müsaade etmemiş, sayılı bölüm çabuk geçer
diye vermiş de vermiş gazı.. Olmuş mu? Olmamış..
Bütün işleri bir yana, biz J.J. Abrams abinin
yüz bölümlük Fringe şaheserine meftun bir ahvadın evladıyız; paralel evren
kapıları nasıl çalışır, kelebek etkisi nedir, geçmişte değiştirilenin gelecekte
yaratacağı kaos tehlikesi nasıl bertaraf edilir, biliriz yani.. Fringe rahle-i tedrisinden
geçince, buradaki işleyişe ikna olmak da kolay olmuyor haliyle.. Köfteci Al
amcanın “Bazı şeylere müdahale edebilirsin, ama her şeye müdahale edemezsin”
iması da ikna sürecini iyice zorlaştırıyor..
Her dizinin açılış bölümü böyle
handikaplar barındırır diyeceksiniz, ikinci bölümü bekle bakalım diyeceksiniz,
biliyorum.. Biliyorum da, Amerikan televizyon endüstrisi bu tür handikapları
bertaraf etmeyi öğreneli epey zaman oldu yahu.. Başladı mı zımba gibi başlayan,
nefes almaya fırsat vermeden devam eden işleri seyretmeye alıştık artık biz;
bakınız
The Walking Dead ilk sezon ilk bölümü ve yeni sezon son bölümü..
1960 senesine gidince ben daha henüz
doğmamış oluyorum ya, annemi ikna etsem daha yakışıklı biriyle evlenir mi
acaba?
Romanı iki saatlik bir sinema filmi
yapmak üzere kolları sıvayan ve fakat Stephan King ile senaryo konusunda
anlaşmazlık yaşayınca projeden vazgeçen Jonathan Demme kararında haklıymış
galiba.. Çektiğini atmaya kıyamayan ve seyirciye bir dolu gereksiz ve uzun
sahne seyrettiren acemi-otör yönetmenler gibi, yazarlar da senaryo sürecine
dahil olunca -ve yetmezmiş gibi adı da Stephan King olunca- kitaptan senaryoya
doğru ışığı gören geliyor anlaşılan..
İki saatlik sinema filmi haliyle aklımızı
alacak bir hikâye, birer küsur saatten sekiz bölümle, zaten kendisi 900 sayfa
olan bir kitabın hacminin de üzerine çıkmış oluyor; hikâyenin sağı solu
sarkıyor.. Bölümün ortalarında Jake öğretmen öteki taraftaki hayatına
başlamasına rağmen ‘dur bakalım şimdi bir şey olacak galiba’ diye diye bölümün
sonunu buldurdu bize.. Evet, çalıştı çabaladı, kendi hayatına bir gedik açmaya
çalıştı olmadı, okuldaki müstahdemin hayatını toparlamak için adamın çocukluğunu
takibe aldı falan da, seyrettiğimiz bir buçuk saatlik ilk bölümü kesip biçsek
ikinci bölüme yaldızlı davetiye çıkar mı bilemedik..
Öte yandan, hayatında bir kere bile olsa
loto-toto-at yarışı oynamış olan herkesin hayalidir: zamanda yolculuk yapıp,
sonuçları bilerek oynamak, kazandığı parayla da “bullaa’, şullaa’ hep dutluktu”
zamanlarından iki depo benzin parasına deniz manzaralı bir arsa kapmak.. Jake
öğretmen, Bebekte Boğaz gören ufak bir daire parası kaldırıyor bu yöntemle, onu
da söylemiş olalım; sırf bunun için bile izlemeye değer yani..
J.J. abi, JFK
meselesi yerine diziyi Jake öğretmenin yapmakta hiç bir beis görmediği, yaptıktan
sonra da en ufak bir vicdan azabı çekmediği bu sahtekârlık üzerine kurmuş
olsaydı, en azından bize satması kesin olurdu projeyi; yoksa Nat-Geodan biliyoruz
yani biz, o mesele Lee Harvey Oswald öldürmeyle düzelmez..