Mi
mi fa fa sol/ mi mi re re do/mi mi fa fa sol fa/ mi mi re re do
Evet, ilk satırlarda notasını gördüğünüz eser, müzik
kariyerimin ilk parçası. Dördüncü veya beşinci sınıftayım. Elimde 7'den 70'e herkesin bir
zamanlar kullandığı, her neslin bir sonraki nesle en büyük mirası, tüm müzik
aletlerinin atası var. Çok da gaza gelmeyelim yani bildiğimiz flüt! 10
parmağımda, 10 marifet dercesine -laf aramızda zaten 10 tane delik var mecbur
10 parmakla çalacaksın- çalıyorum. Halk çocuğuyuz biz! Yok efendim
kemanmış, gitarmış, çelloymuş, piyanoymuş bunlar da ne şimdi, ecnebi ecnebi
aletler (çalamadı) benim flütüm varken peh (!) "Zirvede bırakayım, gençlere yol açayım" diyerek liseye geçince çevremdekilerin
sıhhatini de düşünerek flüt çalmayı bıraktım. O zamanlar sorsan ‘müzik senin için ne ifade
ediyor nedir diye’ verecek bir cevabım olmazdı büyük ihtimalle. "İşte o da bir ders" derdim.
Müzik
aslında öyle tanımlanabilen bir şey değil. Zira bu bir spor falan değil ki kaslarını
geliştirsin, selülitlerini gidersin sen de bu etkiyi gör, bak, değerlendir. Müzik
bedenine hitap etmez çünkü. Onun muhatabı ruhtur; aralarında duysan da duyamadığın, göremediğin, anlam veremediğin bir bağ vardır. Sadece derinlerde bir
yerlerde hissedersin.’Müzik ruhun gıdasıdır’ evet çok klişe ama bir o
kadar da doğru bir ifade. Uğruna obez olunabilecek en güzel gıda hem de! Yolla
ordan bir porsiyon gelsin. Sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha…
Klasik
müzik ise bir müzik çeşidi. Hani bana sorarsan, madem ki müzik bir gıda klasik
müzik bir sebze yemeği, ne bileyim bamya, pırasa, ıspanak, karnabahar -evet yazar
burada çocuklara kötü örnek oluyor- olur. Gıy gıy gıy, gıy gıy gıy.... Nedir
yani? Ay bir zamanlar klasik müzikle ders çalışın faydalı olur diye bir şehir efsanesi tavsiye
vardı. Ben de gaza geldim, hadi bir deneyeyim dedim. Kulaklığı taktım sonra bir
soruyu çözdüm işte akşamdı; gözlerimi açtığımda aaa bir de ne göreyim sabah
olmuş. Test kitabım yastığım olmuş. Bayılmışım galiba. Klasik müziğe bayılmak
dedikleri bu olsa gerek:) Bu kadar çok severim işte klasik müziği (!) Gerçi
sever-idim desem daha doğru olur.
Sonra her şey değişti. Hayatıma
Mozart In The
Jungle dizisi girdikten sonra sebze yemeği sevmeyen ben vejeteryan oluverdim. Ne
yapayım ama başka türlüsü mümkün değil ki bu diziyi izledikten sonra… Bu
dizide ay kaslı kaslı çocuklar, abdomenler, six packler yok. Yani var da,
başrol o tarz biri değil. Kendisi Rodrigo (Gael Garcia Bernal) isimli kısa
boylu, şeker mi şeker, çılgın mı çılgın, kafadan birkaç kuple kontak -ay hangimiz
normaliz ki-, kendine has çekiciliği olan bir arkadaş. New York Senfoni
Orkestrası’nın yeni şefi olarak geliyor. İlk başlarda saçlar, Rapunzelle ile aşık atmak
istercesine uzun sonrasındaysa Rodrigo’ya biraz daha hayran olmanı sağlayacak
havalı mı havalı bir kesimde. Adamın bir saçı kalmıştı yürümediğim çok şükür ona
da yürüdüm.
Rodrigo tam anlamıyla bir dahi. Dedim ya farklı bir kafası var. Kimi
zaman tee yıllar önce yaşamış Mozart'tır, Bach'tır, Chopin'dir o tarz sanatçıları
hayal edip onlarla konuşurken buluyorsun; kimi zaman orkestrayı alıp boş bir
sokakta prova yaparken. Adamda şeytan tüyü dediğimiz kavram var sevmemek mümkün
değil. Ay hele o aksanı… Bir insan bu kadar mı şeker konuşur İspanyol aksanıyla
İngilizce’yi? Arada İspanyolca da konuşuyor zaten o zaman sen iyice "parti kur
Allah aşkına kur oy vereyim" kafasına giriyorsun. İspanyolca biliyor musun diye,
sorarsan cevap zero! Ama oturduğun yerden Rodrigo her İspanyolca konuştuğunda ‘Bir daha
söyle Allah aşkına söyle bir daha söyle’ diyerek kendinden geçiyorsun. Mesela
birisi bana küfür edecekse İspanyolca etsin arkadaşım. Adamların küfür edişleri
bile bir başka güzel. Tabii bir ‘te amo’ derseniz hani ona da varım. Ay sen şu an
bilmiyorsun, dur ben hemen açıklayayım te amo ‘seni seviyorum’ demek. Aman Tanrım
resmen yeni bir dil öğreniyorum:) Bir lisan, bir insan bence bir düşün sen bu işi.
Bu
dizi öyle Türk dizileri gibi -
Güneş’in Kızları’na selam olsun:)- üç küsür saat değil,
25-30 dakika arası her bölüm. Daha açıklayıcı olursam senin bir bölümcük Türk dizisi
izlediğin vakitte ben 6-7 bölüm falan bu diziden izleyebiliyorum. Her sezon 10
bölüm, dizi 2 sezon çarp böl topla çıkar -ay ne harika dizi bak 4 işlem pratiği
de yaptırıyor:)- ortalama 3 haftalık dizi sürende adamlar 2 senelik bölüm
çekiyor.
‘Jungle’
kelimesi geçti diye öyle hareketli, aksiyonlu bir dizi bekleme. Bu bir
metafor -sayısalcı olarak hayatımın kelimesini kullanıyorum izninizle- sektörün
acımasızlığını anlatan, işin zorluğuna selam çakan. Hani
The Vampire Diaries, Gotham, Arrow izleyip de "dur şuna da bir başlayayım" dersen, bu dizi
bambaşka bir büyüye sahip uyarayım. Dizide senin alışık olduğun tarzda bir "olay" oluyor mu dersen, yok,
yani yalan yok, olmuyor. Ama o kadar güzel bir kurgusu, oyunculuğu, tatlı bir dili
var ki "ay hadi Spiderman gelsin ağ atsın kötüleri yensin" kafasına
girmiyorsun. Müzisyenlerin hayatını izlemek inan bana çok daha zevk veriyor. Maestrosunun
ayrı, kemancısının ayrı, obuacısının ayrı çellistinin ayrı… Sahneye çıkmadan
önceki o heyecanları, provalarda yaşadıkları, konserden sonraki
sevinçleri, hüzünleri… O kadar güzel ki…
Yazı devam ediyor...