Mozart in The Jungle: Te Amo Rodrigo Reyiz!

Mozart in The Jungle: Te Amo Rodrigo Reyiz!
Mi mi fa fa sol/ mi mi re re do/mi mi fa fa sol fa/ mi mi re re do

Evet, ilk  satırlarda notasını gördüğünüz eser, müzik kariyerimin ilk parçası. Dördüncü veya beşinci sınıftayım. Elimde 7'den 70'e herkesin bir zamanlar kullandığı, her neslin bir sonraki nesle en büyük mirası, tüm müzik aletlerinin atası var. Çok da gaza gelmeyelim yani bildiğimiz flüt! 10 parmağımda, 10 marifet dercesine -laf aramızda zaten 10 tane delik var mecbur 10 parmakla çalacaksın- çalıyorum. Halk çocuğuyuz biz! Yok efendim kemanmış, gitarmış, çelloymuş, piyanoymuş bunlar da ne şimdi, ecnebi ecnebi aletler (çalamadı) benim flütüm varken peh (!) "Zirvede bırakayım, gençlere yol açayım" diyerek liseye geçince çevremdekilerin sıhhatini de düşünerek flüt çalmayı bıraktım. O zamanlar sorsan ‘müzik senin için ne ifade ediyor nedir diye’ verecek bir cevabım olmazdı büyük ihtimalle. "İşte o da bir ders" derdim.

Müzik aslında öyle tanımlanabilen bir şey değil. Zira bu bir spor falan değil ki kaslarını geliştirsin, selülitlerini gidersin sen de bu etkiyi gör, bak, değerlendir. Müzik bedenine hitap etmez çünkü. Onun muhatabı ruhtur; aralarında duysan da duyamadığın, göremediğin, anlam veremediğin bir bağ vardır. Sadece derinlerde bir yerlerde hissedersin.’Müzik ruhun gıdasıdır’ evet çok klişe ama bir o kadar da doğru bir ifade. Uğruna obez olunabilecek en güzel gıda hem de! Yolla ordan bir porsiyon gelsin. Sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha…

Klasik müzik ise bir müzik çeşidi. Hani bana sorarsan, madem ki müzik bir gıda klasik müzik bir sebze yemeği, ne bileyim bamya, pırasa, ıspanak, karnabahar -evet yazar burada çocuklara kötü örnek oluyor- olur. Gıy gıy gıy, gıy gıy gıy.... Nedir yani? Ay bir zamanlar klasik müzikle ders çalışın faydalı olur diye bir şehir efsanesi tavsiye vardı. Ben de gaza geldim, hadi bir deneyeyim dedim. Kulaklığı taktım sonra bir soruyu çözdüm işte akşamdı; gözlerimi açtığımda aaa bir de ne göreyim sabah olmuş. Test kitabım yastığım olmuş. Bayılmışım galiba. Klasik müziğe bayılmak dedikleri bu olsa gerek:) Bu kadar çok severim işte klasik müziği (!) Gerçi sever-idim desem daha doğru olur.

Sonra her şey değişti. Hayatıma Mozart In The Jungle dizisi girdikten sonra sebze yemeği sevmeyen ben vejeteryan oluverdim. Ne yapayım ama başka türlüsü mümkün değil ki bu diziyi izledikten sonra… Bu dizide ay kaslı kaslı çocuklar, abdomenler, six packler yok. Yani var da, başrol o tarz biri değil. Kendisi Rodrigo (Gael Garcia Bernal) isimli kısa boylu, şeker mi şeker, çılgın mı çılgın, kafadan birkaç kuple kontak -ay hangimiz normaliz ki-, kendine has çekiciliği olan bir arkadaş. New York Senfoni Orkestrası’nın yeni şefi olarak geliyor. İlk başlarda saçlar, Rapunzelle ile aşık atmak istercesine uzun sonrasındaysa Rodrigo’ya biraz daha hayran olmanı sağlayacak havalı mı havalı bir kesimde. Adamın bir saçı kalmıştı yürümediğim çok şükür ona da yürüdüm.

Rodrigo tam anlamıyla bir dahi. Dedim ya farklı bir kafası var. Kimi zaman tee yıllar önce yaşamış Mozart'tır, Bach'tır, Chopin'dir o tarz sanatçıları hayal edip onlarla konuşurken buluyorsun; kimi zaman orkestrayı alıp boş bir sokakta prova yaparken. Adamda şeytan tüyü dediğimiz kavram var sevmemek mümkün değil. Ay hele o aksanı… Bir insan bu kadar mı şeker konuşur İspanyol aksanıyla İngilizce’yi? Arada İspanyolca da konuşuyor zaten o zaman sen iyice "parti kur Allah aşkına kur oy vereyim" kafasına giriyorsun. İspanyolca biliyor musun diye, sorarsan cevap zero! Ama oturduğun yerden Rodrigo her İspanyolca konuştuğunda ‘Bir daha söyle Allah aşkına söyle bir daha söyle’ diyerek kendinden geçiyorsun. Mesela birisi bana küfür edecekse İspanyolca etsin arkadaşım. Adamların küfür edişleri bile bir başka güzel. Tabii bir ‘te amo’ derseniz hani ona da varım. Ay sen şu an bilmiyorsun, dur ben hemen açıklayayım te amo ‘seni seviyorum’ demek. Aman Tanrım resmen yeni bir dil öğreniyorum:) Bir lisan, bir insan bence bir düşün sen bu işi.


Bu dizi öyle Türk dizileri gibi -Güneş’in Kızları’na selam olsun:)- üç küsür saat değil, 25-30 dakika arası her bölüm. Daha açıklayıcı olursam senin bir bölümcük Türk dizisi izlediğin vakitte ben 6-7 bölüm falan bu diziden izleyebiliyorum. Her sezon 10 bölüm, dizi 2 sezon çarp böl topla çıkar -ay ne harika dizi bak 4 işlem pratiği de yaptırıyor:)- ortalama 3 haftalık dizi sürende adamlar 2 senelik bölüm çekiyor.

‘Jungle’ kelimesi geçti diye öyle hareketli, aksiyonlu bir dizi bekleme. Bu bir metafor -sayısalcı olarak hayatımın kelimesini kullanıyorum izninizle- sektörün acımasızlığını anlatan, işin zorluğuna selam çakan. Hani The Vampire DiariesGothamArrow izleyip de "dur şuna da bir başlayayım" dersen, bu dizi bambaşka bir büyüye sahip uyarayım. Dizide senin alışık olduğun tarzda bir "olay" oluyor mu dersen, yok, yani yalan yok, olmuyor. Ama o kadar güzel bir kurgusu, oyunculuğu, tatlı bir dili var ki "ay hadi Spiderman gelsin ağ atsın kötüleri yensin" kafasına girmiyorsun. Müzisyenlerin hayatını izlemek inan bana çok daha zevk veriyor. Maestrosunun ayrı, kemancısının ayrı, obuacısının ayrı çellistinin ayrı… Sahneye çıkmadan önceki o heyecanları, provalarda yaşadıkları, konserden sonraki sevinçleri, hüzünleri… O kadar güzel ki…



Yazı devam ediyor...
 
 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER