Geçtiğimiz akşamüstü (22 Kasım 2014) haber kanallarında dolaşırken A Haber’de Salih
Nayman’ın sunduğu Yarın adlı program
dikkatimi çekti.
Konuklardan biri Turistik Otelciler, İşletmeciler ve
Yatırımcılar Birliği (TUROB) Başkanı Timur Bayındır diğeri ise Türkiye
Otelciler Federasyonu (TÜROFED) Başkanı Osman Ayık idi. Program genel anlamda
turizm hakkında ilerlerken konu Türk dizilerinin yurtdışına satılması ve film
endüstrisine geldi. İlk önce salt haber
haline getirebileceğim program, yazdıkça kendi içimde de beyin fırtınası
yaptığım bir yazıya dönüştü. İlk önce programda paylaşılan rakamları ben de sizlere
aktarmak istiyorum:

*Türkiye’nin Türkiye İhracatçılar Meclisi
açıklamalarına göre toplam ihracat hedefi yaklaşık 165 milyar dolar.
Sinema hasılatları olarak bakarsak da rakamlar aşağıdaki gibi:
Diziler artık sadece dizi olmaktan çıktığı bir gerçek.
Beyaz ekran, ülkeyi tanıtan, pazarlayan, turist çeken bir hizmet haline geldi.
Dizilerin yarattığı ekonomi ise hızla büyüyor. Yahu her dönem biz bile yok Bihter’in
parfümü, yok Sıla’nın tokası, yok Hürrem’in yüzüğü, yok Feriha’nın kolyesi, yok
Gaffur’un pijaması diye diye bir ekonomi oluşturmadık mı?
Mira’nın Yaman’ı ayarttığı tayttan alan, işi yarıyor
diyen elime mum diksin.
75 ülkede, 400 milyon insana ulaşıyorsunuz. Hem de
kendi istekleriyle. Bayıla bayıla haftanın o günü, o saatte televizyonu dilini,
dinini, kültürünü bilmediğiniz bir insana açtırıyorsunuz. Daha ne?! Bence
buradaki asıl mesele, devamlılığı sağlamak.
Ülke olarak bununun farkına çok geç vardığımızı
düşünüyorum. Eğer biz elimizdeki jokeri Binbir
Gece dizisinden önce açsaydık şuana kadar çok daha fazla yol kat etmiş
olurduk. Ama yine de dizilerimizin satış cirosu fena değil. 2013 yılında 36.7
milyon TL ile Muhteşem Yüzyıl, Atv’de
yayınlandığı son yıl Kurtlar Vadisi
34.8 milyon TL ve Karadayı 33.2
milyon TL ciro yaptı. Küreselleşme bağlamında rakamları daha anlamlı
yorumlayabiliriz. Muhteşem Yüzyıl’ı
örneklendiriyorum (2013): 45 ülkede 210 milyon izleyiciye ulaştı. Bu rakamlar
sadece televizyon rakamları, internetten ulaştığı izleyici sayısını varın siz
hesaplayın. Ortak tarihi paylaştığımız ülkelerin yanında Cibuti’ye bile bu
diziyi satabiliyorsak ortada büyük bir ticari başarı olduğu bir gerçek. Durumu
sadece Muhteşem Yüzyıl ile sınırlamak
da diğer yapımlara haksızlık olur diye konuyla ilgili biraz daha arama yaptım. Bu
arama sırasında antenleri tam anlamıyla açan dizi Adını Feriha Koydu oldu.. Ne
alaka diyebilirsiniz? Japonya’da yayın yapan bir kanallardan biri Türkiye’de
yaşayanlar Japonlar ile yaptığı ankette en beğendikleri dizi Adını Feriha Koydum çıkmış. Hadi Muhteşem Yüzyıl’ı tarihi bakış açısı
deyip açıklayabilirsin ama bu sefer durum gerçekten farklı. Kültür, inanç gibi birçok
noktada taban tabana zıt olduğumuz kültürden insanların Adını Feriha Koydum dizisini beğenmesi ancak küreselleşme ile açıklanabilir.
Ha bir de şu var: kültür zaman içinde kanıksanan bir şey. Biz de senelerce
kilometrelerce uzağımızda olan Uzakdoğu ve Amerikan kültürlerini dizilerden,
filmlerden öğrenmedik mi?
Yurtdışında Türkiye menşeili diziler izlendikçe
Türkiye’ye karşı oluşan hayran kitleleri de artıyor. Bunun için anket
şirketlerine paralar döküp, uzun uzun araştırmalar yapmaya gerek yok. Hepimiz
bir şekilde sosyal medyanın ucundan tutuyoruz. Girin bir dizinin ya da bir
dizide oynayan başrol oyuncusunun hayran sayfasına, orada her dilden yapılan
yorumları görün. Hatta ve hatta Şubat ayında Sırp işadamı Zoran Baskoviç’in eşi
kaçırılmış, kaçıranlar Muhteşem Yüzyıl’ı
izlerken yakalanmıştı. Adamlar artık kendilerinizi diziye nasıl kaptırmışlarsa…
(Hangi bölümdü acaba?) Bir ülkeyi tanıtmanın daha etkili, daha yumuşak bir yolu
var mı?
Ulan İstanbul ‘da Nevizadeler Arap
işadamı El-Zeker ve eşlerini Kanuni Sultan Süleyman ve Bihter Ziyagil’e olan
zaaflarından faydalanmıştı. Birçok turizm firması Türkiye’ye “Dizi seti organizasyonları”
yapıyor, özellikle Arap ülkelerinde saç kesimleri bile izledikleri Türkiye
yapımı dizilerde görüp beğendikleri modellere göre değişiyor. Oyuncu mutlu,
yapımcı mutlu, ülke mutlu, hayran mutlu. E ne duruyoruz?
Arap demişken, ülke olarak dizileri büyük oranla
Ortadoğu ülkelerine satıyoruz. Bu bizim için büyük şans. Bu durumu şöyle
açıklayabilirim: Bir görev için Afganistan’da bulunan bir tanıdığım Türk
dizileri için bana “ Türk dizilerinin bu topraklarda çok tutmasının en büyük
nedeni buradaki insanların sahip olamadıkları imkânlar.” demişti. Kast ettiği
şey Türk dizilerindeki kadınların ve/veya erkeklerin hayatlarıydı. Mesela
Bihter arabasıyla dilediği gibi gezebiliyor, Feriha öyle ya da böyle bir
şekilde okuyabiliyor, sevgilisiyle el ele gezebiliyordu. Bir de Medcezir’i düşünelim. Dizi, Amerikan
yapımı The O.C. dizisinden
uyarlanırken birçok sahne bize göre değiştirildi. İlk bölümleri bir hatırlayın.
Mira balkondan Yaman’a “Limonata yaptım, beraber içelim mi?” diye soruyordu. The O.C. ‘de ise Marissa ve Ryan aynı
sahne fakat ellerinde limonata değil sigara vardı. Bu benim dikkatimi çeken en
masum sahne. Parti sahnelerine gelmiyorum bile. Demem o ki biz kendi dizilerimizin
senaryolarını telifiyle satsak bu kadar çok adımızdan söz ettiremezdik. Toplumların
geçmişleri, yaşadıkları hayatlar, mevcut kamu otoriteleri televizyona olan
bakış açılarını da etkiliyor. Bazı toplumlar, mediniyet olarak kendilerinden üstün
gördükleri başka toplumlara özenebiliyor, zaman içinde de onlara
benzeyebiliyorlar. Ama muhafazakârlık seviyesinin yoğun olduğu toplumlar ancak
görsel ve yazılı medyada gördükleriyle bu açlıklarını doyuruyorlar. Yani biz de
başta Ortadoğu ve Arap dünyasından Amerika kadar istifade edebiliriz. Üstelik
kan dökmeden ve hatta dostça.

Gelelim programın film endüstrisini ingilendiren kısmına. Filmler, lafı gediğine
oturtmak için, mesajı tam yerine ve daha kısa zamanda göndermek için dizilere
göre bir adım daha önde, bu konuda hem fikir miyiz? Önceleri bir köşede Hollywood, diğer köşede
Bollywood vardı. Amerika, tüm dünyaya mesajlarını hep Hollywood yapımı filmler
ile veriyordu. Onların ruh halini bu filmlerle öğrendik. Mesela 11 Eylül 2001
tarihine kadar Amerikan sinemasında genel anlamda “dünyaya meydan okuma” teması
varken 11 Eylül’ün ardından insanları dine yönelten ve güçlü olmalarını telkin
eden yapımları izledik. Bollywood’un ise artık esamisi okunmuyor. O halde o
köşe Türkiye’ye ve Türk sinemasına ait olmalıdır.
Kasım
ayının başında Los Angeles’a giden Kültür Turizm Bakanı Ömer Çelik: Antalya'da dünyanın büyük film
platolarından birini kurmak. (…) Dünyanın pek çok yerinde bunların yaptığı
işler var, film stüdyoları ve film parkları var. Universal Stüdyosu da hem film
stüdyolarının hem film parklarının olduğu çok büyük bir yapı. Buranın film
çekimleri ve halkın ziyareti için ayrı ayrı bölümleri var. Antalya’da bu iki
konsepti de bir araya getiren bir proje düşünüyoruz. Antalya Büyükşehir
Belediye Başkanımız o yüzden heyetimizde. O Belediye olarak çeşitli yerler
tespit etmiş, planlama yapıyor, şeklinde açıklamalarda bulunmuş. Çok da iyi
yapmış. Hatta bence geç bile kalınan bir proje. Zira bu proje Yeşilçam’ın
100.yılında hayata geçseydi, daha anlamlı olurdu ya neyse. Tarihi mekân olarak
çok zengin olduğumu su götürmez bir gerçek. Açık hava sinema platosu gibi
topraklarındayız. Düşünün ki Hintliler
bile gelip Mardin’de film çekiyor. Bu durumla ilgili bir sıkıntı yok. “5224
Sayılı Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi Ve Sınıflandırılması İle
Desteklenmesi Hakkında Kanun’da Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Taslağı”nda da
güzel gelişmeler var. Bu taslak meclisten geçip yasalaştığında yabancı
yapımcılara Türkiye’de film çekmenin önü açılacak. Gazetelerde “Masraf bizden
Brad Pitt sizden” başlığı ile gördüğümüz haberin ayrıntısı ise şu: eğer yabancı
yatırımcı film için Türkiye’yi tercih ederse, Türkiye’de çekim yaptığı süre
içinde yaptığı masrafların yüzde yirmi beşi kendisine iade edilecek. Kaz
gelecek yerden tavuk esirgenmez. Güzel tanıtım. (Daha önceleri bu düzenleme yapımcı
firmanın yaptığı harcamalarının KDV iadesi şeklindeydi.)
Yasa taslağı kapsamındaki
bir diğer düzenleme ise yabancı yapımcılarla ortaklaşa çekilen filmlerde
gerçekleşecek. Daha önce yabancı-Türk ortak yapımlarda devlet teşviki almanın
şartı Türk ortağın en az %51 ile büyük ortak olmasına bağlıydı. Artık bu durum
da değişiyor. Türk ortak, küçük ortak dahi olsa teşvik
sağlanacak. Bu da güzel.
Gelelim
yasada düzenlenecek olan ve programda da bahsi geçen devletin yapımcı gibi film
yapma durumuna. Devlet hal-i hazırda ilk
filmlerini çeken genç sinemacılara Destekleme Kurulu’nun görüşü ile destek
sağlıyordu. Bu durumda bir değişiklik yok, aynen devam ediyor. Ama ilk durum
biraz karışık. Bir yanım, ellerinde iyi senaryoların izleyici ile buluşması
için güzel bir fırsat derken diğer yanım (ki ağır basan yanım olur kendisi)
devlet bu işe hiç bulaşmasın diyor. Sanat her zaman muhalif ve aydınlatıcı
olmalıdır. Eğer parayı devlet verirse ister istemez sanat, muhaliflik
özelliğini kaybedecektir. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse devletin idare
biçimi ne olursa olsun parasını verdiği eseri kontrol altında tutmak ister ki
bu sanatın doğasına ters.
Program daha iyi yapımların yurtdışına pazarlanması
sürecinde bürokratik süreçlerin daha kısaltarak bu işlerin daha kolay ve çekici
hale getirme ümitleriyle bitti. Ame atladıkları bir şey vardı. Tüm bunlar ülke ekonomisini ve sanatı ilgilendiren
gelişmeler. Oturup dizilerde öpüşmek ile ilgili ders vermek yerine bu dizileri, filmleri daha fazla ülkeye nasıl satarız sorusuna cevap aramak lazım. Ama yetmez. Yeni bacasız sanayi sektörümüz olan dizi ve filmler ne zaman anlamlı bir yer olur biliyor musunuz? Milyon dolarlara sattığımız o dizi
setlerindeki insanlar yorgunluktan kalp krizi geçirip hayatlarını kaybetmediklerini, çalışma şartları dünya standartlarına uyum sağladığı zaman.