İsmail topla
birlikte gidiyor. Sağ tarafta Ekrem top istedi. Tello’ya geldi, Tello’nun
arkasına kaçtı Ekrem. Tello kaleye baktı, vurdu ve … Poyraz, albayın evindedir.
İsa’nın ödevi, sevdiği birine mektup yazmaktır ve o da babasına yazmıştır.
Ancak albay ona kendi dilinden yazdırdığı için Poyraz bu duruma müdahale eder
ve İsa’ya mektup yazdırır. Poyraz’ın aslında kendi babasına seslendiği,
mektubun o son cümleleri odadaki herkesi ağlatır: “Gitmeseydin, belki de hayat
bana bu kadar kötü davranmazdı be baba! Ben seni çağırırdım, sen de hayatın
ağzını burnunu kırardın.”
Tello’nun
golüyle Beşiktaş’ın 1-0 galip ayrıldığı 2009 yılındaki unutulmaz Manchester
United – Beşiktaş karşılaşmasıyla başlayıp Poyraz
Karayel’in beşinci bölümünde Poyraz’ın İsa’ya yazdırdığı mektup sahnesiyle
biten bir an… “Ne alaka; delirdin galiba?” diyebilirsiniz veya paralel iki
dünyada olduğumuzu hayal edebilirsiniz. Şu an bu satırları okumayıp televizyonda
böyle bir ana tanık olsaydınız her zaman işe yarayan eski usulle televizyona
vururdunuz büyük ihtimalle. Ancak sakin olun; çünkü bu anlattığım iki farklı an
aslında Ethem Özışık’ın dünyasında aynı esnada yaşanan tek bir enstantane.
Gözler Tello’nun çalımlarını izlerken, hayal gücü ise yarattığı karakterlerin
bir sonraki çalımını kurguluyor. Bakıldığında ne kadar kolay, değil mi?
Özışık’ın
“Türkiye’de ben senaristlik yapıyorsam herkes yapar” cümlesi de bu durumu
tasdikleyip onaylıyor. Formülü de belli: “Bol oku, izle.” İşte, röportajın o
noktasında müdahale etmem gerekiyor.
“Şeytan ayrıntıda gizlidir” demişler. Bakıldığında Oğuz Atay okuyan
gırla, izlediği sayısız filmle sinema tarihini 10 dakikaya sığdırarak anlatacak
adam da çok. Önemli olan hangi gözle, hayal gücüyle okuyup izlediğiniz. İşte, o
detaylara saklanan şeytanlarla kaleminin ucunu her daim sivri tutan Özışık,
karakterlerinin baş düşmanı haline gelerek izleyicinin göz pınarlarını kurutan,
sayısız “Vay be! Bu kadarına da pes!” dedirten ve imza attığı efsane sahnelerle
her birimizin argo dağarcığını genişleten biri. Antonioni ile sinemayı
keşfeden, Kubrick’i kalbinin kaptan köşküne yerleştiren Özışık, yeni sezonda
kaleminin sivriliğini, hayal gücünün labirentlerini Söz’de kullanmaya devam ederken, Show Tv'de yayınlanacak yeni dizisiyle de yeni bir dünyaya adım atacak. Biz de o
dünyalara çok dalmadan önce kendisiyle buluşup albayımın bolca kulaklarını
çınlattık, Söz’ün perde arkasına bir
bakıp çıkarken yeni sezonla ilgili de ufak ipuçları alıp, yeni işi için hayırlı olsun dedik.

● Öncelikle bu sohbet için teşekkür ediyorum tekrar (gülüyoruz.) Üzerine
konuşulacak o kadar çok konu var ki; senaristliğe uzanan yolculuğun hareket
noktasından başlayalım ilk olarak.
Aslında yazarlıkla
ilgili öyle aman aman bir hevesim yoktu. Üniversiteye giriş sınavında ilk yıl
kazanamadım ama tüm arkadaşlarım bir bölüme yerleşti. Ben de tek başıma kaldım
İzmit’te ve sürekli sinemaya gitmeye başladım. İzmit’te vizyona giren, aklına
gelebilecek tüm filmleri izliyordum. Bir defter alıp izlediğim bu filmler
hakkında yazmaya ve onlara puan vermeye başladım kendimce. Biraz da boşluktan
olsa gerek, sinema aşkı depreşti o dönem. Bu arada İzmit’e gelen yapımlar
neler? Se7en, Pulp Fiction tadında filmler.
Tutup bir Haneke filmi izleyemezdin o yıllarda. Onun için Beyoğlu’na giderdik.
1995 yılında
İzmit’ten tanıdığım görüntü yönetmeni arkadaşım Tuncay Çetinsoy’uziyarete gitmiştim. Uluç da (Bayraktar) onun sınıf
arkadaşıydı. Hep beraber İzmir Film Festivali’ne gittik ve orada Antonioni’nin Bulutların Ötesinde’sini izledim. O,
benim için bir aydınlanma noktasıdır. Çünkü filmin bitiş jeneriği akarken “Aaaa…
Sinema diye bir şey varmış” dedim. Çok şaşırmıştım. Düşünsene klasik bir
dramaturji, diyalog yok ama inanılmaz etkileyici. Antonioni’ye kadar Terminator gibi filmlerden lezzet
alıyordum. Ondan sonra bir merak başladı ve bu aydınlanmadan sonra Marmara
Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema Bölümü’nü kazandım. Sadece
izlemekle yetinmeyip sinema üzerine de ciddi anlamda okumaya başladım. Üniversite
yıllarında Beyoğlu Sineması’nda Antrakt ve
25.Kare dergilerini satan bir dükkân
vardı. Bir oraya bir de Atlas Pasajı’nda eski filmleri satan ağabeye tüm paramı
yatırmışımdır. O dönem yazmak değildi derdim, yönetmen olmayı daha çok
istiyordum. Fakat kendimi kısa film senaryoları kaleme alırken buldum. Üniversite
döneminde ev arkadaşım olan Ertan Kurtulan da o yıllarda, Deli Yürek’i yazıyordu.
● Televizyonun altın çağı desenize; Şehnaz Tango, Süper Baba ve Sıcak Saatler yeni bitmiş. İkinci Bahar, Şaşıfelek Çıkmazı, Kara Melek ve
Deli Yürek gibi işler ekranda fırtınalar estiriyor.
Hem de ne
fırtına! İşte, o yıllarda biz Ertan’la aynı evde yaşıyorduk. Sadece benim
arkadaşım değil, ustamdır aynı zamanda. Ancak o zamanlar Ertan’ı, Deli Yürek’i yazarken görsem de hiç yazı
çizi işlerine bulaşmadım. Yönetmen olmayı kafama koymuştum ya sürekli fotoğraf
çekiyordum. Gel gelelim evdeki hesap çarşıya uymadı ve 1999 depreminde işler
biraz karıştı. Sinemanın yerini hayat gayesi aldı. Kurumsal işlerde çalıştım,
ardından askere gidip geldim ve sonrasında Ertan’la yeniden yollarımız kesişti.
Deli Yürek’de çıtı çıkmayan ben, o
dönem artık Ertan’a SOS verdim ve başladım onun yanında çıraklığa. İlk
senaryomu yazıp gönderdiğim yapımcının sözlerini unutmam: “Ne olur git kendine
başka iş bul”. 27-28 yaşlarındaydım. Adam o zaman haklıydı tabii. Kötü bir
senaryoydu ama vazgeçmedim ve çok çalıştım. Kimseye yetenek veya fikir pat diye
yukarıdan gelmez. Çok net bir şey söyleyeyim; Türkiye’de ben senaristlik
yapıyorsam herkes yapar. Okuyarak ve izleyerek edindiğin birikimi ne pahasına
olursa olsun çok çalışarak kullan. Ancak o zaman başarılı olursun ki tam da
senaryomun reddedildiği o görüşmeden sonra Focus Film’le bir araya gelerek Sudan Bıkmış Balıklar’ı yazmaya
başlamam da bunun en canlı kanıtı.
● Dürüst olayım sizi Poyraz Karayel ile tanımış biri olarak filmografinizde Sudan Bıkmış Balıklar gibi bambaşka bir
işi görünce şaşırdım.
(Gülüyor.) O
da ayrı bir macera. Başlangıç seviyesinde olan bir senarist için keyifli bir
işti, pişmanlığım olmamıştır. Kısa ömürlü oldu o ve ardından da Sana Bir Sır Vereceğim geldi.
● Sana Bir Sır
Vereceğim’e nasıl cesaret ettiniz?
Fantastik bir dizi yaptınız en nihayetinde, o dönem esamesi okunmayan bir türdü.
Bugün fanları hâlâ yıldönümü gibi özel günlerde diziyi sosyal medya
mecralarında gündemin ilk sıralarına taşıyor.
Benim değil,
Selim’in (Erkul) cesaretiydi. Bir İspanyol formatıydı, para verilip alındı
yani. Bence karşılığını alıyordu ve daha yürür giderdi de ancak başka
aksilikler yaşandı. Talihsiz bir zamana denk geldi diyelim ama bendeki yeri hep
özeldir. Çok keyif alarak yazdığım bir işti. Bu arada Focus Film’le çalıştığım
dönem Poyraz Karayel’i yazdık ve
olmadı, hatta iş bayağı süründü. Kanallara gittiğimizde beğeniliyordu ama ardından
hep şu cümleler geliyordu: “Bu marjinal bir iş”, “Fasulye ayıklayan teyzeler bunu
izlemez”, “Deneysel bir iş olur ama bu”. Tabii tüm bunları duyunca hevesim
kırılmıştı o dönem. Sonra başka bir iş daha yazdım, dönem dizisi. Onun da
yapılacağı günü heyecanla bekliyoruz. Umarım Tims & B ile
gerçekleştireceğiz. Şu ana kadar yazdıklarım arasında en sevdiğim iş
diyebilirim. Şu an hakkında konuşurken bile heyecanlandım.
● Dönem işinde sizi böylesine heyecanlandıran faktör
nedir?
Bugüne kadar
Türkiye’de hiç anlatılmamış bir hikâye olması. Sıra dışı bir dizi olacak.
1918’de işgal yıllarını anlatıyor. Bakıldığında evet, o dönemi anlatan pek çok
hikâye var. Hatta en son Vatanım Sensin’in
imza attığı başarı ortada. Ancak bu bahsettiğim, başka bir dünyayı anlatıyor. O
yüzden de beni heyecanlandırıyor. İngilizlere veya işgal güçlerine karşı
verilen bir mücadele üzerinde durmuyor sadece. Mesela Poyraz Karayel ve Söz’ü
yazarken de çok heyecanlanmıştım. Zaten
heyecanlanmayınca ne olursa olsun yazamazsın.
● Türkiye’de bu duyguyu hissetmeniz zor değil mi?
Kendiniz söylediniz, bir iş götürdüğünüzde hâlâ “Fasulye ayıklayan teyzeler nasıl
izleyecek?” zihniyetiyle karşılaşıyorsunuz. Bunun yanında RTÜK gibi bir kurum
var.
Evet, zor
ama bugüne kadar beni heyecanlandırmayan hiçbir iş yazmadım. Hatta beni yazmaya
iten unsur bu duygu. Ben biraz nazlı bir yazarım (gülüyor.) Her şeyi maalesef
yazamıyorum. Sektördekiler de artık benim mizacıma alıştılar. Az çok neyi yapıp
neyi yapamayacağımın farkındalar. Bu nedenle yazı konusunda biraz daha rahatım
artık. Poyraz Karayel’de 82 bölüm
yazdım. Genel olarak hikâyede bir aks değişikliğine gittik ama onun dışında 82
bölüm boyunca kimse karışmadı. Bir tek üçüncü sezon açılışı ile ilk sezonda
dördüncü bölümde ufak bir iki revize olmuştu o kadar. Kanal da, yapımcı da
güvendi. Şu an aynı durumu Söz’de
yaşıyorum. Tabii ki özellikle Timur Savcı ve Burak Sağyaşar’ı dinliyorum.
Muhakkak onlarla her hafta toplantı yapıyoruz bölüm sonrası. Zaten bir işi
yazarken “nasıl gidiyoruz?” sorusunun cevabını duymam şart.
● Bunu yapımcı ve kanaldan mı, dizi
ekibinden mi, yoksa izleyicilerden mi duymanız gerekiyor?
İzleyiciye saygım sonsuz ama onların yönlendirmeleriyle hareket etmem. Yayına çıktıktan sonra inat ederim hikayede. İzleyici sevmese de, dizinin biteceğini bilsem de yazarım hikâyeyi. Öbür
türlüsü beni mutlu etmiyor. İzleyicinin sana gösterdiği veya seni ittiği
nehirde yüzmek bana göre değil. İnatlaşmak doğru mu; o da değil. En nihayetinde
onlar için yapıyorsun bu işi. İzleyiciyle aramızda ince bir çizgi var. Her
şeyden önce anlaşmayı onlarla yapıyorsun. Diziyi ortaya koyduğunda, “Bak, ben
sana bir hikâye anlatacağım. Atmosferi, dünyası, karakterleri bu” diyorsun.
İzleyici, “Tamam, ben bunu izlerim” dedikten sonra ona ihanet etmemen lâzım.
Küstürmemen, kırmaman ama dediklerini de dinlememen gerekiyor. İzleyici ile
senaristin arasındaki garip bir aşk nefret ilişkisi. Öbür türlü de hayat bana
zor. “Aman ağabey, seyirci bunu seviyor. Oradan yürüyelim” kısmında ben yokum.
● Ancak büyük tabloya baktığımızda işler de sizin
kaçındığınız tarzda yürüyor, değil mi?
E, tabii bu
bir anlaşma. Senaristsin, sana bir format veya fikir sunuyorlar. Para kazanman
lâzım. “Tamam, ben bunu yazarım. Paramı kazanırım, inşallah başarılı da olur”
diyorsun. Herkesin bir tercihi var ve hepsine de saygı duyarım. Ancak “Bir
hikâye yaz; aşk, nefret, gözyaşı yapıştır gitsin. Bak görürsün, yürür gider”
kafasına gelince usulca çekiliyorum oradan. Bir meselesi olan hikâyeleri
seviyorum kendimce. Onu da bulmadan zaten yazmam.
● Bu mesele sizde bir kaygıya dönüşmüyor ama,
kendiliğinden doğuyor.
Tabii, bunların
hepsi kendiliğinden gelen şeyler. En nihayetinde köprü inşaatı yapmıyorsun.
Birtakım matematik formülleriyle ölçüp biçip yola çıkmıyorsun. İçinde seni
kaşıyan bir his var ve onun üzerine inşa ediyorsun hikâyeyi. Yazdığım işlerden
sıcak olduğu için Poyraz Karayel üzerinden
bir örnek vereyim. Poyraz, kendince derdi olan bir işti; bir baba ve çocuk
meselesiydi. Sadece Poyraz ve Sinan’da değil, tüm karakterlerde bunu
görebiliyordun. “Sevgisiz büyüyen bir insan toplumda nasıl bir yarayla yaşar?”
sorusunun cevabıydı Poyraz. Beni yazmaya iten buydu. İşte, bu noktada yazdığım
karakterler ve kurduğum dünya bir anlam kazandı. Şimdi bizim Gecelerin Ötesi olarak kodladığımız işte
de o var. Öbür türlü bir şey olmayacaksa neden yazıyoruz ki biz?
● Zaten aksi halde sabun köpüğü tadında işler çıkar.
Evet, aynen
öyle. Maalesef piyasanın kıtlığı bu. Diğer ülkelerde, özellikle de ABD’de bir
yelpaze söz konusu. Türkiye’de de yok değil, var ve olacak da. Ancak bunun
genişlemesi lâzım. Üç beş doğru üzerinde debelenip duruyoruz.
● Tür yelpazesinin kısıtlı olmasıyla birlikte her
sezon genelde iki üç türün tekeli altında işler oluyor.
(Gülüyor.)
Ve ilk yapanlar da pastanın en lezzetli dilimini götürüyor kaba tabirle. Bir
şeyi ilk kez yaptığında ve başardığında kıymetli. Bence Muhteşem Yüzyıl’ın başarısı da buydu. O dünyayı bize yüksek bir
kalitede ve atmosferde, güçlü bir hikâye ve kadroyla sundu. Risk almak başarıyı
beraberinde getiriyor birçok türde. Sana Bir
Sır Vereceğim, yayınlandığı dönem tekti. Onun bir önceki örneğine bak; Uzaylı Zekiye. Anlatabiliyor muyum?
(Gülüyor.) Hastasıydım mesela onun. Muazzam geliyordu bana, çünkü değişikti. Uzaylı Zekiye’yi bugün yaparsan emin ol
yine izlenir. Doğru kodlarla, doğru hikâye ve çatışma çıktığında öyle bir iş
yürür. Mesela Kardeş Payı, Leyla ile
Mecnun ve Behzat Ç. de çok
orijinal işlerdi. Böyle yapımlar bir de total kitlelerle buluştuğunda tadı daha
başka oluyor.
● Ve o tarzdaki diğer işlerde de bu saydığınız örneklerden
esintiler arıyoruz hep. Neyse ben “O gemi bir gün gelecek” deyip demiri sizin
masa başında senaryo yazdığınız ana atayım. Şu an burada konuşurken aklınıza
bir fikir geldi diyelim. Onu hemen kağıda döker misiniz? En sancılı evre olarak
görülen başlangıç süreci sizde nasıl işliyor?
Genelde
kafamda karakter beliriyor. Mesela bir ara vaktim de müsaitti, bir tip
oluşturdum; Sönmez Alsancak adında bir cinayet masası dedektifi. Yine Oğuz
Atay’ın dünyasından dokular taşıyan bir karakterdi, 50’li yaşlarında. Onu
yazarken de aklımda hep Haluk Bilginer vardı. Dipte bir karakterdi ama herkesle
de alay eden bir adamdı. Sonra “bir dizi yapalım” kafasına geldiğimizde “Benim
aklımda bir tip var, dur bunu yazayım” diyerek kaleme aldım. Poyraz Karayel’e başlarken ise boş beyaz
bir sayfa açtım. Ne Zülfikar, Sefer veya Taş Kafa; ne de Bahri vardı. Genel bir
hikâye veya karakter analizi bile yoktu. Focus Film’den Selim Erkul bir gün,
“Acaba Godfather tadında bir dizi mi
yapsak?” diye sormuştu. Ben de pek mümkün olmadığını söyleyerek Poyraz’dan
bahsettim ona. Mesela Poyraz Karayel, aslında
hiç izlemediğiniz bir sahneyle açılıyordu. Poyraz, tanımadığı bir kızın
yatağında uyanıyor ve tabii binbir tane komik durumun içine düşüyor. Çocuğu var
ama onu almışlar Poyraz’dan diye devam ederken hikâyenin çatışması çıktı
ortaya. Bu noktada yazmak gerçekten tek çare. İlhamın gelmesini bekleme gibi
bir durum yok. Akılla da zaten bulamazsın, akıl ancak seni bataklığa sürükler.
Devamlı yazacaksın sadece.
● Oğuz Atay’dan bahsetmişken, onun edebiyatı size
nasıl bir kapı açtı?
18-19
yaşlarındaydım ilk okuduğumda ve çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Trajediyle
dalga geçmesi ve bunu yönetime dönüştürmesi çok hoşuma gidiyor. Ortada aslında
çıldırman, intihar etmen, kahrından ölmen gereken birtakım gerçekler var ve sen
bunlarla dalga geçerek hayatta kalıyorsun.
● “Akşamüstü 5 ila 7 arasında mutlaka yazmak üzere
masa başına geçerim” gibi belli bir düzeniniz var mı?
Ah keşke!
Ağzından bal damlıyor. Ben bütün hayatımı yazmamaya çalışarak geçirdiğim için
nasıl çalışmam, tembellik ederim, vakit kazanırım diye düşünüyorum (gülüyor.)
Fakat hayat hikâyesini okuduğum pek çok yazarda senin bahsettiğin rutin mevcut.
Attila İlhan veya Orhan Pamuk’a baktığında, “8’de masa başına otururum ve ne
olursa olsun 10 sayfa yazarım” diyorlar. Bana muazzam geliyor bu, hayranlık
duyuyorum. Adını hatırlamıyorum ama bir senarist de eşinin onu sandalyeye
zincirlediğini söylemişti. Ben o tayfadanım, yazmamak için her şeyi yaparım.
● Dizi temposuna nasıl yetişiyorsunuz?
İşte, bir tempo
olduğundan o hareketlilik içinde yazabiliyorsun yoksa imkânsız. “Dizi süreleri
çok uzun” olayına girmeyeceğim. Çünkü 10 sayfa yazsam da böyle olacağım,
biliyorum. Mesela bekârken sırf bilgisayar başına oturmayayım diye bulaşık
yıkar, ütü yapardım (gülüyor.) Fakat en nihayetinde bir saatin var ve senaryo
gitmek zorunda. Sen bir hikâye bulmakla yükümlüsün ve o cenderenin içine
girince de elinden gelenin en iyisini yapmak istiyorsun.
● Yazmanız için en uygun ortam nedir?
Mutlaka masa
başında olacağım. Hikâye ararken ekiple cümbür cemaat çalışırız ama senaryoyu
tek başıma sessiz bir odada yazmalıyım. Vakit çok az olacak yazmam için.
Birilerinin sürekli telefonla beni arayıp “Abi, ne oldu senaryo? Bittik,
mahvolduk” demesi lâzım.
● Şimdi bu tempoya Söz dışında yeni bir hikaye ile devam edeceksiniz. Önce Söz’den
bahsedelim. Bakıldığında zor bir işe giriştiniz aslında. Hassas dengeler söz
konusu. “Terörizm” gibi bugün maalesef Doğu’da günlük hayatın parçası olan,
gittikçe meşru hale gelen bir kavramı işliyorsunuz.
Terörizm
dediğin bambaşka bir fasikül ve Söz’de
bu kavramı etraflıca ele alıyoruz. Dizinin danışmanı olan Abdullah Ağar ile
uzun zamanlar geçirdik. O coğrafyayı, dünyayı çok iyi biliyor. Ondan epey
şaşırtıcı şeyler öğrendik. Düşün, Kuzey Irak 1993 yılından beri bombardıman
altında. Senin dediğini tam 24 yıldır her gün, her saniye yaşıyorlar. Terör,
üretim bandında şekil verilen bir şey haline dönüşmüş. Söz’de tüm bu gerçeklerin farkındalığıyla hikâyeyi yazıyoruz. Abdullah
Ağar’ın paylaştığı ilginç bir detayı da paylaşayım. Bir gün bana, “Neden canlı
bombalar hep kadın olur, biliyor musun?” diye sormuştu. Ben de bilmiyorum
tabii. Ağar’ın cevabı beni oturduğum yere mıhlamıştı o an: “Çünkü kadının
kocası ve çocukları ölmüştür. Bu nedenle canlı bombalar özellikle kadınlardan
seçilir.” Açıkçası Söz’ü yazdığım için gurur duyuyorum ve
yaptığım işi seviyorum. Çünkü Türkiye’nin en doğusunda, sınırın ötesinde bizler
için hayatını feda eden askerlerin yaptığımız işi sahiplenmesi, “Dizideki
karakterlerden birinin adına şehit olan arkadaşımızın adını verin lütfen,
sesimiz olun” demeleri ve taburlarından fotoğraf göndermeleri tarifsiz bir
duygu. Onlara, “yalnız değilsiniz” hissini yaşatmak muazzam.
● Söz’de değinmek istediğiniz ve sizi büyük ikilemde bırakan
ancak hassasiyetten ötürü vazgeçtiğiniz bir konu, olay oldu mu?
Bunları
projeyi kurarken uzun uzun konuştuk.
Tabii ki bir sürü hassasiyet var. Sadece bir bölgenin insanını ya da bir
dine mensup insanları terörist olarak göstermenin korkunç bir hata olacağının
farkındaydık. Bundan özellikle kaçındık. Bence bu konuda başarılıyız. O konuda
Star TV’nin yöneticileriyle de uzun sohbetler gerçekleştirdik. Biz ayrıştırıcı
değil birleştirici bir şey yapmak istiyorduk. Başardığımızı düşünüyorum.
● Karakterleri yaratırken gerçek hayattaki kişilerden
esinlenmeler yaşadınız mı? Böyle bir türdeki işte karakterlerin tamamen
kurgusal olması biraz güç gözüküyor.
Çok
etkileyici, bir sürü hikâye dinledik açıkçası. Hem ülke içinde hem de dışında
görev yapmış her komutadan askerle konuştuk. Hepsinin olağanüstü hikâyeleri
var. Ayrıca pek çok kaynak da okuduk. Karakterler tabii ki kurgu. Fakat
oyuncularımız o kadar iyiler ki bizi bu histen uzaklaştırıyorlar.
● Dağ serisinin televizyonda yeni bir türün ortaya çıkmasına
zemin hazırlamasını ve özellikle şu an asker temalı dizilerin ciddi anlamda
alıcısının olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında
garip bir durum var. Türkiye 1990’lı yıllarından başından beri terörle mücadele
ediyor. Neredeyse 30 yıl olacak. Oysa bu konuda hangi bakış açısına sahip olunursa
olunsun çok az film ya da dizi yapıldı. Bana ilginç geliyor. Bütün filmler Rambo gibi olmak zorunda değil. Fakat Full Metal Jacket ya da The Platoon gibi filmler de yok. Özellikle
DAĞ 2 başarılı oldu. Baktığında bütün
dünyada asker temalı diziler var. Hatta ranini.tv’de güzel bir dosya da
hazırlanmıştı bu konu hakkında. İsrail, Polonya, Fransa... Hepsinin özel kuvvet
dizileri var. ABD’yi saymıyorum bile. Sanırım bu durum dünyanın içinde olduğu
durumla çok alakalı. Bizimle aynı
histeler. Evlatlarımız bizi korumak için hayatlarını tehlikeye atıyor. Bu arada
bütün bunları küresel boyutta yaşanan tüm güç savaşları dengesinden ayırarak
söylüyorum. Elbette bu kadar masum olmadığını biliyorum ve o kadar saf değilim (gülüyor.)
● Geri dönüp baktığınızda Söz nezdinde kağıt üzerinde dahi hayal edemeyeceğiniz kadar sağlam
olan sahne hangisiydi?
Birinci
bölümde voice over ve oradaki şehit babasının bakışını unutamıyorum. Gerçekten
etkileyiciydi. Tekrar Yağız Hoca ve tüm ekibi tebrik etmek isterim o sekans
için.
● İkinci sezonda ana aksta nasıl değişiklikler
yaşanacak? Yeni bölüm öncesi önizleme tadında bir girizgâh yapsak…
İşler
büyüyor. Artık sadece sahadaki terörü izlemeyeceğiz. Şu bir gerçek, kimse annesinin
karnından terörist olmak için doğmaz. Çolak hikâyesinde anlatmaya çalıştığımız
gibi. Terörizm, aşağılıkça, insanlık dışı bir eylem; orası kesin. Ancak bazı
insanlar için de hayatta kalmak için tek çare bu tip örgütlere angaje olmak. Bu
durum gerçekten çok karışık. Abdullah Bey’i dinlemek lâzım aslında. Bu sezon
biraz da bu terör örgütlerini kim, niye yaratıyor; nasıl kullanıyor gibi
sorulara cevap arıyoruz. Yerel coğrafyadan küresel hikâyeyi de anlatmak
istiyoruz.
● Senaristler için replik yazma sıkıntılı olsa gerek.
Zira hem izleyicinin en çok söylendiği bölüm hem de dizilerin süresini
düşünürsek salt zaman doldurma aracı görülebilen bir unsur. Sizdeki yansıması
nasıl?
Replik
yazmak benim en sevdiğim ve de eğlendiğim kısım. Dizi senaryosundan
bahsettiğimizde evet, doldurman gereken bir sürü şey var. Ancak replik kısmında
ben bu “doldurma” eylemini tamamen unutuyor ve büyük keyif alarak yazıyorum. Mesela
sevdiğim filmlerdeki pek çok repliği ezbere bilirim. Ve sırf bu yüzden her
birini de defalarca izlerim.
● En çok izlediğiniz filmler hangileri? Aslında bu
sorunun cevaplarından birini biliyorum; Stanley Kubrick filmleri. Zira lisans
teziniz Kubrick Sineması üzerineydi.
(Gülüyor.)
Yalnız sağlam araştırma yapılmış ve hazırlanılmış, onu söyleyeyim. Şaka bir
yana Kubrick filmlerinin hepsini defalarca izlemişimdir. Benim için bir sinema,
bir de Kubrick var zaten. O ayrı bir boyut. Fargo
ve Se7en’ı da söylememe gerek
yoktur herhalde. Bu arada replik konusunda beni en çok 1940’lı, ‘50’li ve 60’lı
yılların Amerikan Sineması besler. Orson Welles ve Billy Wilder filmleri
muazzam kaynaklardır. Casablanca’nın
replikleri olağanüstüdür, Citizen Kane de
aynı şekilde. Müthiş bir tempoda akarlar. Esler veya bakışmalar yoktur. Zeka
parıltısını ilk saniyeden kaparsın. İhtiras
Tramvayı, Rıhtımlar Üzerinde, Kızgın Damdaki Kedi… Bu filmlerdeki maden
hiçbir yerde yok. Maalesef senarist, oyuncu ve yönetmen arkadaşlar bu noktalara
vâkıf değiliz pek. Bize göre genelde Fight
Club gibi. filmler iyi. Evet, çok etkileyici yapıtlar ama sinemanın tanımını
dolduran işler değil.
● Aklıma bir tweet’iniz geldi; “Gereksiz yere
abartılan filmler TOP 3: Fight Club, Inception, V For Vendetta.” Hatta ben de
bu listeye Requiem for a Dream’in
eklenmesi konusunda istek yapmıştım.
O geyikti
tamamen (gülüyor.) Fight Club’a kötü
demem, film tabii ki muazzam. Misal Game
of Thrones’u da hiç izlemedim, cezbetmiyor beni ama dizinin
olağanüstülüğüne lafım yok. Lost da
benim için aynı sınıftadır. İki bölüm bakıp bıraktım. “Neden izlemiyorsunuz?”
sorusunun cevabı, sevdiklerime baktığında çıkıyor. True Detective hayranıyım. Çok yalın, derin, felsefi ve gerçek.
Öyle şeyler büyülüyor beni. Tabii yazarının romancı olması da bu durumda
etkili. Klasik dizi mantığında olmayan, “Aaaa… Acaba ne olacak?” şeklinde
ilerlemeyen işleri seviyorum. Bizde olmayan bir şey var True Detective’de, bir hakikat arayışı. Aslında izleyiciye Hz.
İsa’nın hikâyesini anlatıyor. Dizi ya da film dediğin çoğunlukla, bir
kahramanın kendi içindeki cevheri bulma öyküsünü anlatır. Tekamüle uğrar, bir
şey görür ve onun derinliklerini arar. Hikâyede vardığın nokta değil,
yolculuktur değerli olan.
● Bu nedenle öyle hikâyelerdeki en ufak bir bakışma
sahnesi bile saçma gelmiyor. Çünkü orada bile bir felsefe aramaya başlıyorsun.
Aynen öyle.
“Vay be! Olayı geldi nereye bağladı?” demiyorsun.
● Hoş, öyle demiyoruz belki ama bir yandan da ters
köşelere bayılıyoruz. Bağımlısı olduk neredeyse.
Ters köşe
hastalığı başladı şimdi hepimizde. Biz de Poyraz’da
çok yapıyorduk. İşin gerçek yüzünü söyleyeyim; aslında dümdüz bir hikâye var
karşımızda. İçinden bir kısmını saklıyorsun ve o an izleyiciye söylemiyorsun.
Ben bu duruma sonradan uyandım (gülüyor.) Bunu yaptığında “Oooo izleyiciyi
nasıl şaşırttım! Amma da zekiyim” demeye başlıyorsun bir de. Seyirci de bunu
alıyor, ben ona şaşırıyorum. Yok, öyle bir şey. Ters köşe dediğin, hikâyenin
kendi akışında karşına çıkan şaşırtıcı bir olaydır. Biz senaristler aklımızca
birtakım Ali Cengiz oyunları yapıyoruz.
● Bu oyunların Tanrı’sı da flashback.
Hay ağzınla
bin yaşa! Bu kafaya nasıl geldik bilmiyorum. Senaristler olarak şaşırtıcılığı
hikâyenin içinde aramamız lâzım. Biz onu yapmıyoruz. Halbuki ABD’de bunu
yaparsan aç kalırsın.
● İzleyici olarak öyle bir hale geldik ki bir
karakter öldüğünde “Ölmedi ki o; görürsün bak birkaç bölüm sonra çıkacak
ortaya” diyoruz artık.
Bu dediğini Poyraz’da yaptık. Poyraz’ı ve Sema’yı, Söz’de ise Eylem’i öldürüp dirilttik
(gülüyor.)
● Yazarken kendi dünyanızdan aktarmayı mı
seviyorsunuz, yoksa hiç bilmediğiniz bir dünyaya konuk olarak yazarken orayı
keşfetmeyi mi?
Valla ben
bileyim de karakter bilmesin kafası var bende. Benim için senaristliğin en
renkli kısmı karakteri nefret ettiği bir dünyanın içine atmak. Keyif alıyorum
bundan.
● “Düşene bir tekme de sen vur” çalışır diyorsunuz o
zaman.
Richard
Prather’ın bir sözü vardır; “Baş karakteriniz yerde kıvranıyorsa, gidin bir
tekme de siz vurun!” Meşhurdur bu motto. Karaktere acımayacaksın. İyi bir
senarist, karakterlerinin düşmanı olur. Ben acımam hiç. Poyraz Karayel’de Ayşegül’ün bile başına neler geldi.
● Arada “Burada da hakikaten çok sürreele kaçmışım”
demiyor musunuz?
Tercih
ediyoruz bunu. Mesela Taş Kafa’nın kuzusu, dünyanın en saçma hikâyesi olabilir.
Çok absürt ve sürreel (gülüyor.) Öyle bir dünyada ancak biz yapardık onu ve yaptık
da. Bu arada istisnasız her sahnede o dediğin duyguyla yazıyoruz. Bir yandan
çok sevdiğimiz işi yaparken, diğer yandan da “Amma saçma işler yazıyoruz”
diyoruz (gülüyor.)
● Röportajdan önce tüm dizilere mutlaka baktığınızdan
söz etmiştiniz. Aralarında size “Vay be, ne sahne ama!” dedirten bir iş oldu
mu?
Benim Adım Gültepe’de Olgun Toker’in babasıyla
oynadığı bir sahne var. Onu unutamam. Kardeşi de dinliyor o sırada ve babasıyla
ilgili gerçekleri öğreniyor. Çok iyi çekilmiş ve oynanmış bir sahnedir. Olgun
Toker’i zaten çok beğeniyorum. Günün birinde onunla çalışmayı da isterim. Çok
yetenekli bir oyuncu. Behzat Ç.’de de
Benim Adım Gültepe’deki gibi
beğendiğim bir iki güzel sahne vardı.
● Kendi yazdıklarınız arasından hiç yok mu?
Poyraz’ın,
İsa’ya mektup yazdırdığı sahneyi severim.
● Sizde evlilik teklifi sahneleri enteresan oluyor.
Evet, o
nedense her projede var. Şimdi yeni projede de öyle bir sahne izleyeceksiniz. Bu gidişle galiba bir imzaya
dönüşecek. Mesela şu an bir film üzerinde çalışıyorum, ona da yazdım evlilik
teklifi sahnesi. Bunun kaynağını hiç bilmiyorum. Aslında öyle ilginç bir
evlilik teklifi de yapmadım eşime (gülüyor.) Teklifim güzeldi ama o kadar büyük
bir sürpriz yapamadım.
● Eşiniz bu sahneleri izleyince ne tepki veriyor?
Kıskanıyor
(gülüyor.) Şaka bir yana, “Sen bunları nasıl yazıyorsun? Nerede bu adam?”
diyor. Sağolsun çok kahrımı çekiyor bu tempoda. Çok zor onun yaptığı, sürekli
gergin bir adamla yaşıyor ve katlanıyor bu duruma.
● İnsan ister istemez, “Şu an onunla konuşuyorum ama
acaba o Yavuz Üsteğmen bu konuda ne yapmalı diye mi düşünüyor?” diye sorgular
(gülüyoruz.)
Tabii,
sorgulamaz olur mu… İnsanlar hep şikayet eder; “Aklın nerede?”, en çok duyduğum
cümledir. En ciddi anlarda bile öyle. Zorluyorum kendimi odaklanmaya.
● Yarattığınız dünyalardan veya karakterlerden kendinizi
az da olsa kaptırdığınız oldu mu?
Hiç olmadı.
Özellikle çok mesafeliyimdir yazdığım işlere. Poyraz Karayel’de güzel, etkileyici sahneler yazdık ama çoğunu
alelacele, televizyonda maç izlerken yazmışımdır. Bazen “Gözyaşları içinde
yazdım” gibi şeyler okuyorum. Bende durum tam tersi, hayret edeceğiniz şekilde
bir soğuklukla yazıyorum. Tam devlet dairesi çalışanı modundayım (gülüyor.) Mesafeli
olduğum için biri bana sahnenin veya senaryonun güzel olduğunu söyleyene kadar asla
inanmam. Hep o tedirginlikle yaşıyorum; “Acaba oldu mu?” mekanizması sürekli
devrede. Burçin (Terzioğlu), yakın geçmişte katıldığı bir üniversite
söyleşisinde kürtaj sahnesini anlatmış. O sahneyi yazdığım anı unutmam. “Acaba
çok mu ileri gittim? Fazla mı oldu?” kafasındaydım ve hemen senaryoyu Burçin’e
göndermiştim. O gün otomobille köprüden geçerken Burçin aradı. Hüngür hüngür
ağlıyordu, katılmıştı resmen ve konuşamadı. Ondan da bir “Allah belanı versin
Ethem”i duydum (gülüyor.) O an bana “Bu sahne olmamış, atalım” deseydi atardım.
● Böyle durumlarda fikrinizi savunmuyor musunuz?
Hayatta
savunmam. Çok nadir olmuştur bu. Bazen mekânsal veya mizansen açısından şartlar
elvermeyebiliyor. Söz’ün ilk
bölümünde o patlama sahnesini havalimanında yazmıştık aslında. Ancak alışveriş
merkezine taşıyalım denildi, biz de yaptık. Onu diretemezsin. Poyraz Karayel’de de aslında daha sert
ve mafyavari bir senaryo vardı kafamda. Kanal baba-oğul ilişkisiyle birlikte
Poyraz ve Ayşegül arasındaki aşkı daha fazla görmek isteyince değiştirdim.
Yoksa ilk dört bölümü okusalar asla yayınlamazlardı. Sopranos kafasındaydı onlar. Poyraz aslında bir mafya ailesine
girip Bahri’nin koltuğuna oturacaktı ki sağlam bir U dönüşü yaptık. Bence
öylesi de daha iyi oldu.
● Kürtaj sahnesi için Burçin Terzioğlu’ndan bile şaka
da olsa bir beddua duymuşsunuz (gülüyoruz.) Zaten bir akım olmuştu o dönem. “Haftaya
son kez ‘Allah belanı versin Ethem’de buluşmak üzere” şeklinde bir tweet
atmıştınız hatta. Bu açıdan en sağlam tepkiyi hangi sahne için, kimden aldınız?
Sefer’in
ölümü ve Sema’nın Savcı’yla birlikte olması bayağı tepki çekmişti. Bir sürü
küfür yedim. Dediğim gibi hayatta umursamam. Kötü bir tepki, tepkisizlikten iyidir.
Bir şeyi yazdıktan sonra “İçine ettin
dizinin” ya da “Artık hayatta izlemem bu diziyi” yazıyorlarsa doğru yolda
olduğumu anlıyorum (gülüyor.)
● Bugüne kadarki işlerinizi ve onlarda rol alan
oyuncuları düşündüğünüzde yarattığınız karakteri en iyi şekilde ete kemiğe
büründüren isim hangisiydi?
Hepsi
diyeceğim ama bir isim isteyeceksin. Burçin, muhteşem bir oyuncu. Hayatımın
sonuna kadar ona yazabilirim. Yazdığım her şeyi ilk ona götürmek isterim. Ve
tabii İlker Kaleli. İlker, gördüğüm en muazzam oyunculardan ve en tutkulu
adamlardandır. Ben onun gibi senaryo okuyan biri görmedim. Tüm senaryoyu okur,
her şey hakkında bir fikri vardır ve bunu hiç üst katlara çıkmadan seninle
paylaşır. Biz İlker’le çok şeyi kurtardık Poyraz
Karayel’de. Tabii Çağrı’nın (Vila Lostuvalı) da hakkını yemeyelim. Söz’de de Tolga’yı (Sarıtaş) çok
başarılı buluyorum. O da kendince büyük bir iş başardı. İlker ve Tolga aynı
tereddüde sahiplerdi: “Acaba bu karakter olabilir miyim?”. Tabii bu durum
oyunculuğun doğasında var. Söz’ü
konuşurken, “Yavuz’u kim oynayacak?” diye sorduğumda Tolga’nın içeri girişini
hatırlıyorum. İçimden “tamam şimdi oldu, yırttık” demiştim. Ve ikisi de alnının
teriyle bu endişeleri tek seferde sildiler. Tamamen onların kendi başarıları
bu. Her iki dizide de; “Vay anasını, iyi ki bu isim oynuyor. O olmasaymış
olmazmış” dedim.
● Sohbetin başında, yazdığınız Sönmez Alsancak
karakterini Haluk Bilginer’i düşünerek yarattığınızı söylemiştiniz. Her rol
için oyuncu düşünüyor musunuz yazarken?
Düşünüyorsun
tabii, düşünmeden olmaz. Ancak şartlar elvermediğinde başka oyuncular oluyor
tabii. Başarılı, iyi oyuncular seni ikna ediyor ve karaktere öyle bir bürünüyor
ki nutkun tutuluyor. Söz’ün kadrosu
için bunu söyleyebilirim; Görkem (Sevindik), Eren (Vurdem), Meriç (Aral),
Serhat (Kılıç), Tolga (Sarıtaş)… Hepsine baktığında rolle buluştuklarını
görüyorsun. Resmen beklemişler ve çağırmışlar karakterlerini. Bence genel sorun
şu; Türkiye’de çok yetenekli oyuncular var ama onları besleyecek senaryo az. Bir
sürü yetenek heba olup gidiyor maalesef kıtlıktan dolayı.
● Gelelim Show Tv'de başlayacak olan yeni işinize... İzleyiciyi nasıl bir dünyayla
buluşturacaksınız?
Soygun yapan
bir çete ve onların peşindeki polislerin hikâyesi. Sürprizi bol, dünyası alışagelmişin dışında denilebilir. Buna rağmen bir o kadar da bize ait. Evreni değişik ve güzel bir
aşk hikâyesi anlatacağız.
● Taner Ölmez, Özgür Emre Yıldırım ve Merve Dizdar’ın
kadroda olduğu, yönetmen koltuğunda ise Osman Taşçı’nın oturduğu diğer bilinen
bilgiler. Nasıl hissediyorsunuz?
Çok
heyecanlıyım. Her şeyden önce muhteşem bir ekip kuruldu. Senaryo ekibi Söz’ü de beraber yazdığımız Hakan
Bonomo, Ercan Uğur ve bize yeni katılan Sedef Bayburtluoğlu ile Eylül İdiman’dan
oluşuyor. Cast muhteşem, gerçekten olağanüstü. Osman (Taşçı) ve Burcu (Alptekin)
hocalar çekiyor. Show TV yönetimi
sürekli bizi cesaretlendiriyor. Timur Bey ve Burak Bey bir dediğimizi iki
etmiyor. İnsan daha ne ister. İnşallah seyirci de bizimle heyecanlanır.
● Yarattığınız tüm karakterler arasından biri kalemi
devralacak ve onun yerine de Ethem Özışık olarak siz o dünyaya gireceksiniz.
Karakteriniz, dizinin evreninde sizi yazacak. Hangisini seçerdiniz?
(Gülüyor.)
Hiçbiri yazmasın. Hepsi benden nefret ediyordur herhalde başlarına türlü
felaketler getirdiğim için. Zor bir soru bu. Sinan’ı veya özel kuvvetçileri
merak ederdim (gülüyor.) Onlar yapabilir bunu.
● Yazarken kendinize çok fena çelme takıp tuzağınıza
düştüğünüz bir an oldu mu?
Birtakım
şeyleri kurarken, “Bu olmayacak ama yapalım” dediğim oldu. Poyraz Karayel’in üçüncü sezon hikâyesini buna örnek verebilirim.
İşlemeyeceği belliydi ve ona rağmen bilerek tabiri caizse sıktık ayağımıza. Biraz
da mecbur bırakıldık. Bence hikâye çoktan bitmişti.
● Senaryonuzu onun yorumuyla görmeyi en çok
istediğiniz, merak ettiğiniz bir yönetmen var mı?
Çağrı, Osman
(Taşçı), Yağız (Alp Akaydın)… Çalıştığım yönetmenler hep çok iyiydi. Aklımın
kaldığı bir yönetmen… Kim olabilir? Yavuz Turgul’la çalışmayı isterdim.
● Birkaç tweetiniz üzerinden sorularım olacak. “Ben
öyle dandirik ansiklopedilerde madde olacak adam mıyım? Biyografilerim falan
yazılmalı…” Altında kimin imzası olsun o biyografinin?
Kimin
yazdığından çok ne kadar sattığı önemli (gülüyor.)
● Söz’deki, “Her gelen sevmez, hiçbir seven gitmez”
repliğini, “Hiç hatırlamıyorum, doğruysa da inşallah ben yazmamışımdır”
yorumuyla paylaştınız. Bu şekilde izledikten sonra “Yer yarılsa da içine
girsem” dedirten aklınıza ilk gelen replik nedir?
O
derece felaket bir repliğe imza attığımı hatırlamıyorum. Ancak ben genelde
yazdığım hiçbir şeyi beğenmem.
● “Sektörde hiç tanımadığı birini, sırf işlerini
sevdiği için mesaj atıp tebrik edebilen insanların da olduğunu bilmek çok
güzel. Ben de yapacağım.” Gerçekleştirdiniz mi bunu?
Evet, Deniz
Koloş ve Zeynep Günay Tan’a, Benim Adım
Gültepe’deki o bahsettiğim sahne için teşekkür ettim.
● Bir senaristle aynı karakter üzerinden aşık
atışması yapacaksınız. Kiminle, hangi karakter için yapardınız?
(Gülüyor.)
Hay Allah ya! Çok zor sorular bunlar. Açıkçası Ertan’la (Kurtulan) her türlü keyif
alırdım, çok eğlenirdik onunla. Karakter de Ömer Lütfi Akad’ın Yaralı Kurt filmindeki Ali Karasu olurdu.
İkimiz de çok severiz o filmi ve de karakteri.
● Bir kitabı sinemaya veya televizyona uyarlama
şansınız olsa neyi seçerdiniz?
Oğuz Atay’ın
Oyunlarla Yaşayanlar’ını seçerdim.
Zaten bir ara onu film yapmaya heveslenmiştim.
● Size göre en abartılmış metin nedir?
Ooooo… Bu
soruyu edebiyat üzerinden değil de sinema üzerinden versem, hatta reji dili
üzerinden? Çünkü ona cevabım hazır; Christopher Nolan. “Yeni Kubrick mi?”
diyenler oldu. Değil tabii (gülüyor.) Sadece Kubrick’e değil; Francis Ford
Coppola, Martin Scorsese, Alfred Hitchcock, Ingmar Bergman ve Akira Kurosawa’ya
ayıp.
● Son olarak, iyi klişe yürür derler. Hayata ve bu dünyaya dair
iyi klişe olabilecek bir replikle noktayı koymanızı istesem…
“Sorun sende
değil, bende.” (Gülüyor.)