"Son dizisinde de ikinci adam lanetinden kurtulamamış
oyuncu”. Evet, onunla ilgili yorumlar bu düşünce çevresinde toplanıyor. Fakat
Salih Bademci’yi birine anlatmanız için ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin Hakan
Tatlı’sı veya ‘Kiralık Aşk’ın Sinan’ı demenize gerek yok. Çünkü o senaristin
hayal gücünü kendi hayal dünyasıyla buluşturup, farklı kutupları oyunculuğuyla
bir arada sunan ve rol aldığı yapımlarda diğer karakterleri de besleyen,
etiketlerden sıyrılmış bir oyuncu.
Sahne karizması ve etkileyici performansıyla hedefi tam
12’den vuran yani izleyicilerin ruhlarına dokunmayı başaran biri Bademci. Siyah
Beyaz ve Renkli’nin ‘Tesir’inde bu deneyimi yaşama şansı buldum ben de. İki
saat boyunca hem fiziksel hem de ruhsal olarak cidden güç gerektiren bu oyundan
sonra bir araya geldik. Ben oyunu izlerken yoruldum fakat karşımdaki insanda
yorgunluktan eser yoktu. Bir an için acaba sahnede izlediğim kişi de Salih
Bademci miydi diye düşünmedim desem, yalan olur.
Enerjisine gıptayla
bakacağınız, ‘vitamin deposu’ betimlemesiyle anlatılacak kişilerden. Onun
bünyesinde egodan eser dâhi yok, deyim yerindeyse "lokum gibi bir kişilik".
Hal böyle olunca benim payıma keyifli ve bitmesini istemediğim bir sohbet
düşerken, size de Bademci’nin samimi cevaplarını okumak kalıyor.
● ‘Ulan İstanbul’
bittikten çok kısa bir süre sonra başladı ‘Kiralık Aşk’. Bu kadar hızlı
olduğuna göre hiç tereddüt etmediniz galiba?
‘Kiralık Aşk’ın serüveni bende biraz enteresan. Dediğiniz
gibi ‘Ulan İstanbul’u daha yeni bitirmiştik. Gelen birkaç güzel iş vardı o
dönem. Ortaks Yapım iletişime geçti bizimle. Ancak yazın yayına girecek dizilerde şöyle düşünüyorsunuz; “Önceki yaz
dizilerinde izleyiciyi yakalayan neydi?” veya “İnsanlar şu ara ne tür işlere
daha çok ilgi gösteriyor?”. Açıkçası izleyicilerin istekleri, ekrandan
talepleri çok değişti. Bir yıl önce tutmuş olan işlerin çoğu artık ekranda
değil. ‘Kiralık Aşk’ın senaryosunu okurken de bunları düşündüm hep. Güzel ve
akıcı yazılmış bir romantik komedi olması cezb etti tabii.
Sinan rolü de çok
cazip geldi, daha önce böyle bir karakter oynamamıştım. Tamam, iki adam bir
kızı sever durumu pek çok dizide var. Zaten bu doğa kanunu gibi. Aşk
çatışmasının olması için birinin araya girmesi gerekiyor. O yüzden buna
takılmadım hiç. Çünkü rol o kadar keyifli ve eğlenceliydi ki tam istediğiniz
gibi yoğurabileceğiniz bir hamurdu. Bir de şu konuda dürüst olmalıyım;
başrollerin, jön rollerin stabil bir durumu vardır. Yazımı da, seyirci
beklentisi de böyle. O duygusunu çok belli etmez, çok ağlamaz veya gülmez.
Zaten kasvetli bir hayatta yaşıyoruz. O yüzden senaryo geldiğinde rolümün
içinde hep biraz eğlence, heyecan, aksiyon olsun isterim. İşin özü böyle
rolleri seviyorum.
Sonra kadroya baktım. Elçin’i (Sangu) zaten ‘Öyle Bir
Geçer Zaman Ki’den tanıyordum. Barış’la (Arduç) hiç çalışmamıştım fakat ilk kez
‘Deliha’nın fragmanında görüp, "Allah Allah bu adam kim? Harika bir ışığı ve
enerjisi var. Neden şimdiye kadar bir başrolde oynamadı?” diye düşünmüştüm ki
‘Kiralık Aşk’da başrolde görünce “evet, bu kader” diye düşündüm. Ve o an çift
olarak Elçin ile Barış’ın ve senaryo
itibariyle de bu işin tutacağını hissettim; öyle de oldu.
● Geçtiğimiz
haftalarda Barış Arduç’un rahatsızlığının reytingleri etkilediği konuşulurken,
son bir aydır Total’de ikinci olması senaryoyla ilgili yorumlara gebe bıraktı
diziyi.
Dizilerin belli kırılmaları var. Açıkçası bir diziyi 2,5
saat boyunca aynı konsantrasyonla izlemenin seyirci için çok zor olduğunu
düşünmüyorum. Diziler 90 dakika iken “Yerli dizi yersiz uzun” diyorduk;
şimdiyse 120 dakika. O yüzden kimse bu konuyla ilgili ağzına açmasın veya
protesto etmesin (Gülüyor). Çünkü ses çıkardığımızda daha da uzuyor süre. 1.5
saat boyunca aynı şeyi izleyebilirsiniz; ama 2-2.5 saat zorluyor izleyiciyi. Bu
nedenle de kanal değiştiriliyor. Zaten reytingler dengeleri de o zaman
değişiyor; belli bir izleyici kitlesine sahip ve başa baş giden belli işleri
görüyoruz ekranda. Geçen yıl birinci olan bu sene tepetaklak gidiyor. ‘Ulan İstanbul’da
onu yaşadık. Bir anda ne değişti? Başka dizi girdi. "Senaryo saçmaladı"
deniliyor; ama hayır her dizinin senaryosu saçmalama hakkına sahiptir bu kadar
uzun süreler içinde. Bu kaçınılmaz bir durum. Bana göre romantik komediyi devam
ettirmek çok zordur. Çünkü çatışması, komedi durumu bellidir. O yüzden ‘Kiralık
Aşk’ta senaristimiz Meriç’i (Acemi) ve yazı ekibini tebrik ediyorum. Bir
romantik komediyi devam ettirip izleyiciyi sıkmadan götürebilmek gerçekten
meziyet ister.
● Meriç Acemi’nin
aynı zamanda oyunculuk yönü de var. Bu açıdan paylaşımları oluyor mu?
Bazı iç sesler, seyirci gözüyle yorumlar yazıyor. Mesela
Sinan’ın bir lafının altına dipnot olarak “Sinan’a bak neler söyledi?”
yorumunda bulunuyor. Sette zaten çok eğlenceli, senaryodaki bu tür notlar da bu
eğlenceyi artırıyor. Senaryo-yönetmen-oyuncudan oluşan üçlü sac ayağı, üretirken
birbirine çok zıt düşebilir. Yazarın kendi hissettiğini aktarıp yönetmene “Sen
nasıl çekeceksin?” diyebilmesi çok önemli. Metinlerde bazı böyle dipnotlara
ihtiyaç olabilir. Yanlış bir şey oynayabiliriz çünkü. Bazen oyuncu, oynadığı
karakteri "erdemli" hale getirme zaafına düşebilir.Kendi
karakterinin belli durum ve davranışlar içinde bulunmamasını isteyebilir. Fakat
eğer oyuncuya “Şu hissiyatta veya düşüncede. O yüzden böyle davranıyor” gibi
notlar düşerseniz oyuncu daha rahat oynar, yönetmen de daha rahat çeker.
● Başrol ve
jön rollerin stabil durumundan söz ettiniz. Bu yönden “ikinci adam”ı oynamaktan
memnun musunuz? Sizinle ilgili “İkinci adam olma lanetinden son dizisinde de
kurtulamadı” şeklinde bir yorum okumuştum.
(Gülüyor). Birinci adamı oynayan kişiden seyircinin
beklentisi farklıdır. O hayatında karşısına koyduğu, bambaşka bir fizik,
karizma ve konuşma şeklindeki kişiyi görmek ister. Çok farklı bir formdur.
İkinci adamı ise yanında görmek ister. Ona daha sıcak bakar. Hayatındaki en
yakın arkadaşı gibidir. Jön diye adlandırdığımız roller için fiziği muntazam
kişilerin seçilmesi de doğaldır. Benim oynadığım işler itibariyle, ‘Öyle Bir
Geçer Zaman Ki’ hariç tüm dizilerde durum böyleydi. Tabii ki “Kendimi yakışıklı
görmüyorum” gibi bir durumum yok ama bu
bambaşka bir yaşam tarzına sahip olmayı da gerektiriyor bir yandan ve ben şu an
buna sahip değilim. Örneğin haftanın bilmem kaç günü, üç dört saatimi spor
salonunda geçirebilir miyim, bilemiyorum. Şu an için belki de yerine koyduğum
başka zevklerim var sanırım. Ve bu zevklerimden birinci adam olmak için şu an
için vazgeçemeyebilirim. Çünkü beni besleyen, oyuncu yapan şey de bu zevklerim
zaten. Evet, bir gün gerekecek ve ben o üç dört saati spor salonunda
harcayacağım ve bunu deneyebilirim de fakat zevklerimden feragat edeceğimi
düşünmüyorum.
● Peki, nasıl bir
rolde feragat edersiniz?
Bana gelip ‘6 ay sonra bir projeye başlayacağım şöyle bir
rol var’ denilirse feragat ederim’ (gülüyor) şaka bir yana asıl zorluk sanırım
Türkiye’de bir türlü tam anlamıyla başarılamayan o hazırlık aşaması “Seni çok
beğeniyorum ama fiziğin uygun değil” diye düşünen yapımcılar vardır eminim.
Zaten bu yönde yapımcı arkadaşlarımdan eleştiri de alıyorum (Gülüyor).
Bir de itiraf etmeliyim; Bugüne kadar gelen işlerde de
şansıma ikinci adamın rolleri gözüme hep daha oynanabilir geldi. Bu bana daha
çok zevk veriyor. Onur’u (Büyüktopçu) görmüyor musunuz şu anda? Türkiye Gençlik
Ödülleri’nde Onur’la birlikte aynı kategoride adaydık ve ben her gün kalkıp ona
oy veriyordum. Türk dizi tarihinde bu kadar cesurca oynanmış rol görmedim daha.
Onur’un oynadığı rol çok büyük risk. Bu röportajı okuyanlar anlayacaktır. Bu
toplumda Onur Büyüktopçu’nun canlandırdığı rolü bu şekilde, bu kadar cesurca
oynamak büyük risk. Genelde Koray gibi karakterler çok antipatik gelebilir.
Fakat çok güzel yazılmış bir rol ve Onur da çok güzel yoğurdu. Bizim zaten
böyle bir oyunculuk algısına ihtiyacımız var. Sevdiğimiz rollerin, onları
canlandıran oyuncuların arkasında durmamız gerekiyor. Bir de seyirci oyuncuyu
ve rolü birbirine karıştıran şu algısından bir vazgeçse herşey çok daha güzel
ve kolay olacak.
● Sizde bu enerji
varken bence istediğiniz şeye vakit ayırırsınız. İki saat boyunca fiziksel ve
psikolojik güç gerektiren bir oyunda oynadınız ve şimdi de aynı enerjiyle
sorularımı cevaplıyorsunuz.
Sette de böyleyim. Tabii çekimler başladığı an bu enerjiyi dizginlemekte de
zorlanmıyorum. Zaten karşımdaki kişiyle zevkli vakit geçirmeyi severim. Sete
gittiğimde de öyle; kimse bana "Salih’in modu bugün düşük" diyemez pek. Deyim
yerindeyse sete girdiğimde o set hop oturur hop kalkar. İnsanları mutlu
görmek istiyorum. Ben de herkes gibi sinirlenebiliyor veya üzülebiliyorum fakat
hayat mutlu olmayacak ya da insanları mutsuz edecek kadar uzun değil. Ve çok
kıymetli. Yaşadığım sorunla en fazla oradaki insanı 5 dakika mutsuz edebilirim;
fazlasına da ne benim ne de kimsenin hakkı yok.
● Oyunculuk
sizde hangi duyguları daha baskın kılıyor?
Hiç düşünmedim açıkçası bunu. Güzel soruymuş. Öncelikli
olarak diziyle daha doğrusu kamerayla sahneyi birbirinden ayırırım çünkü biri
organik diğeri ise inorganik. Tiyatroda seyircisiz hiçbir şey olmaz. İstediğin
kadar belli bir duyguyla veya alter egoyla çık sahneye; o izleyici senin alter
egonu alıp ikiye böler ve sana geri verir.
Açıkçası sahnedeyken her zaman zıt tarafımı öne çıkarmaya
çalışıyorum. Salih dışarıdan böyle bir adam ama her buzdağının bir de alt
tarafı vardır ki seni de kişi yapan o alt tarafıdır. Biri ne kadar pozitifse o
kadar da negatiftir veya tam tersini de görebilirsiniz. Ben bunun ortalamasını
çıkarıp skalayı görmek ve önce zıt olandan başlamak isterim. Agresif adamı oynamak
için o huysuz, problemli Salih’e bakmayı severim. Öfkeli ve bunu saklayan
tarafım vardır. Kimseye göstermem ama. Öfke mükemmel bir enerji kaynağıdır kişi
için. O yüzden o duyguyu kazımayı çok isterim.
● Nesrin
Cavadzade’yle yaptığım röportajda sahnenin oyuncu için er meydanı olmadığını
söylemişti. Fakat hep tersi dile getirilir. Siz ne düşünüyorsunuz?
Çok net ki er meydanıdır. Fakat oyunculuğun değil,
oyuncunun er meydanıdır. Oyunculuk her halükarda gelişir, değişir ve ilerler
kesemezsin. Orada kendinle ilgili bir şey yaşamazsın. Yakınına kesemezsin,
karşının planına geçemezsin, anı kaçıramazsın, dilin sürçtüyse baştan
alamazsın, "Ay ne oldu?" diyemezsin. Seyirci beğenmediğini en ufak
hareketiyle belli eder ve sen bunu alırsın. Her şeyi kollamak zorundasın,
egonla ilgilenemezsin, kendini unutmak zorundasın. Makyajın akarsa bunu
düzeltme şansın yok. Çırılçıplaksın orada, çok net. Dünyanın en zevkli anı bence
sahnede oynadığın an. Özellikle seyircinin kucağına düşüp, kaçamadığın anlar
çok keyifli. ‘Oyun Atölyesi’nde ‘Tesir’i oynadığımız gün rol arkadaşım Güneş’e
(Sayın) şu sözü söylüyorum: "Bir gün senin için kuma seni seviyorum yazarsam
dalgaların gelip almasını engellerdim". O gün seyircilerden biri kendini öyle
kaptırmış ki "Vaaayyy...’’ dedi ve bunu duymamak mümkün değil. Herkes bizim
duyduğumuzu gördü, kimi kandıracaksın ki? Seyirciler gülünce, biz de güldük. O
an oyunun tekrar toparlamamız gerekti. İşte tiyatro bu yönüyle canlı bir
sanattır, organiktir. Evet, o yüzden er meydanı bu... Herkese tavsiye ediyorum
sahneye çıkmasını. Bazı tiyatro eğitimi almamış ve sahneye çıkmamış
arkadaşlarıma yalvardım bile.
● Son yıllarda
festival filmi-gişe filmi ayrımı gibi devlet tiyatrosu-özel tiyatro gibi oyunun
işlenişi açısından seyirci ayrım yapıp ona göre gidiyor. Mesela özel tiyatroyu
çok deneysel bulup gitmeyen veya aynı tepkiyi geleneksel olduğunu düşündüğü
için şehir veya devlet tiyatrolarına gösteren de var.
Bence bu çeşitliliği yaşatmak
gerekiyor. Fakat maalesef bizde gerçek “tiyatro seyircisi” diye bir kavramın
olmadığını söyleyebilirim. Şark kültüründe çok geç kurulmuş tiyatro. Çünkü batı felsefesinde diyalog akarken şark
kültüründe monolog hakimmiş. Oysa tiyatronun birincil yolu diyalogdur. Şark
kültüründe ise hep kendi içine dönüksün. “Bir ben var benden içeri” bunun
örneğidir. Bu sebepten belki de seyircimiz ne sevdiğini bulmaya çalışıyor. Şehir Tiyatroları’nda da iki yıl çalıştım. Kaotik
yapısı haricinde çok güzel deneyimlerim oldu. Basit bir metni o kadar grotesk ve alışılmışın dışında bir tarzda oynadık ki. Ama
ortaya çıkan iş çok sevildi. Üç saat boyunca seyirci kendini kaybetti. Öte
yandan bambaşka bir mekânda sana birebir çok realist bir oyun sunuluyor. Bu çeşitlilik bence süper. Ben hepsine
varım. Durum böyleyken de seyirci gitsin ve denesin. Ben tiyatroya gelip memnun
kalmayan bilmiyorum.
● Sinema, tiyatro ve dizi açısından baktığınızda sizdeki malzemeyi en iyi
değerlendiren yönetmen kimdi?
Her yönetmenimin değerlendirdiği
malzeme farklı oldu sanırım.
● Peki, ‘Tesir’ oyununun yönetmeni Çağrı Şensoy’u bu yönden nasıl
değerlendirirsiniz?
Çağrı benim sınıf arkadaşım ve her
şeyimi biliyor diyebilirim. O bana hep ‘’Gel, bundan farklı bir şey yapalım’’
der. Diğer malzemeye giden, arayışa sürükleyen ve alter egoyu deşen biri. O
yüzden onu ayrı tutarım. Mesela Oyun Atölyesi’nde sahnelediğimiz ‘Hansel ve
Gretel’in Öteki Hikâyesi’nde Ali Altuğ ile çalıştım. O kadar realist bir oyundu
ki daha önce böyle bir metni çalışmamıştım. Benim için çok heyecan vericiydi.
Ali Altuğ’un çalıştırış biçimi, tekniği bana o kadar iyi geldi ki başka şeyler
hissettirdi ve arattırdı bana. Aynı zamanda Ayça Bingöl’le rol almak da
harikaydı. Güneş’le oynamak da süper; onunla ebedi partneriz zaten. Ayça’yla da
damat ile kaynanayı canlandırdığımız bir diziden çıkıp bambaşka rolleri
canlandırdığımız böyle bir oyunda oynamak harika oldu.
Yazı devam ediyor..