Türk kadını deyince aklıma Melek Baykal
hanımefendinin Yozgat’taki başörtülü kadınlarla ilgili sosyal paylaşım sitesindeki
cümleleri geldi. Cânım Türk kadını.. Yüz yıl önce nasıl medeniydi de bak ne
hâle gelmişti.. Öyle miydi hakikaten? Bir Yozgatlı olarak feci halde canımı
yakan o açıklamaya dair iki kelam etmezsem gözüm açık giderim. Melek Baykal
meselesi bir kesimin Anadolu kadınına bakışının resmidir. Hanımefendi, o burun
kıvırdığı, yanlarında suratını asmayı gurur vesilesi saydığı kadınlar üzerinden
para kazanırken çok hoşgörülü görünüyordu halbuki. Stüdyoda ağırladığı hocalara
"bu gerici hâle nasıl geldik?" diye hiç çıkışmıyordu. Feci halde
aldanmıştık işte sayın seyirciler. Güzel gönüllü teyzeler.. Oraya otuz yıl önce
de gitseniz, yüz yıl önce de gitseniz o kadınları aynı şekilde bulacaktınız
oysa. Belki çapa yaparken, belki bağ kaynatırken, belki ekmek pişirirken.. Yazmaları
telaştan sağa sola kaymış halde belki.. Konağın sahipleri ne kadar medeni
idiyseler o kadınlar da o kadar ve hep medeniydiler halbuki. Hâlâ öyleler. “İlvanlım”diye
bir türküsü vardır Yozgat’ın, bilmem bilir misiniz? İlvan; süs demektir. Yâni medeniyet
süs, giyim kuşam ise o da Yozgatlılar’da ziyadesiyle mevcuttur, kayıtlara da bu
türküyle geçmiştir. Medeniyet tarifimiz birbiriyle örtüşmediği için bu noktada
anlaşmamız çok da mümkün değil sanırım.
Hâsılı, biz o topraklarda çook uzun zamandır,
aleviler,-sünniler, Çerkesler-Kürtler-Türkler, kapalılar-açıklar, hacılar-hocalar
ve müzisyenler, abdallar, konakta oturanlar ve köyde yaşayanlar olarak birlikte
yaşıyoruz. Aynı tabuta omuz veriyor ve aynı halaylarda birlikte mendil
sallıyoruz. Birbirimize hiç “sizin bize baktığınız pencereden” bakmadık.. Suç biraz
da bizimdir aslında. Biz o toprakların çocukları meydanı çok boş bıraktık.
Kendimizi ve hikayelerimizi yeterince anlatamadık. Bugün geldiğimiz nokta o
mazlum sessizliğin bir neticesidir bir yerde. Melek Hanım bir özür mektubu da
yayınladı dün. “Fotoğraftaki mutsuzluğunun altını çizmiş olmasaydı” ona
inanabilirdim belki. Belki yine inanırım bilmiyorum. O teyzeler de affetmişler
onu. Çünkü “bozkırın kendi dünyasını kendi kuran kalender ve tamahkâr insanları”
çalan kapısını açmamaktan, el uzatana sırt dönmekten feci halde ar eder.
sana dün bir tepeden baktım ey aziz Kayı!
Parantezi kapatalım, yolumuza bakalım. Noyan’a
gelelim mesela.. O içimi dışıma çıkaran kan kardeş olma ayininden bahsedelim.
Ya da fena oluyorum, bahsetmesek mi? Şamanizm’e dair pek çok ayrıntı öğrenmiş
oluyoruz dizi sayesinde. Dünkü ayin de onlardan biriydi. Yine dönüp dolaşıp
öyle bir inancın mensubu olmadığım için şükrettim. Çünkü beni kan tutar.
Dizide dönüşüm hikayeleri seyrettiğimizden
bahsetmiştim sanırım. Selcan ve Gökçe bu dönüşümden nasibini alan iki karakter.
Selcan’ı böyle çok sevdik. Şu an obada sözüne itibar edilecek Ertuğrul’dan
sonra ikinci kişi. Kadıncağız o kadar tövbenin ardından erdi mi bilmiyorum ama
bütün çakraları açıldı. Öngörü, anlayış, zeka.. pırıl pırıl maşallah. Dodurga’ya
dair yaptığı bütün analizler gerçeğin aynısı. Çok iyi karakter tahlil etmeye de
başladı. Kimsenin görmediğini görüyor. Bence Ertuğrul onu yanına almalı.
kurşun gibi izler/son bakıştaki o gözler..
Gelelim Gökçe’ye.. Gökçe ne yaptığını bilmiyor.
Bunalımda. Bir yandan Tuğtekin’le sohbet edip, dertleşirken ve laf arasında
Ertuğrul’u çekiştirirken, diğer yandan bir bakıyoruz Ertuğrul’un peşine düşüp
gitmiş. Yine de gönlü geçemiyor Ertuğrul’dan demek, kıyamıyor. Aslında Gökçe’yi
anlamak çok da zor değil. Ona, “sevdiği adam başka kadınla evlenmiş” bir kadın
olarak bakarsak bütün tutarsız davranışlarını tolere edebiliriz. Ayrıca ben
Gökçe’nin de bu değişken ve atarlı hallerinden memnunum. Herkes melek gibi
olursa çok da gerçekçi ve çok da seyredilir olmaz diye düşünüyorum.
Rahman’ın kurtarılması, Kayı Alplarının cenk ettiği
sahnede Geyikli’nin de onlara omuz vermesi, Ertuğrul ve Halime’nin ağaç altında
dertleştiği o sahne.. Tuğtekin’in öfkesine yenilip deli deli atarlandığı her
bir sahne dün geceden zihnimde kalanlardı. Hepsini de çok sevdim. Duyguyla
yazılmış ve oynanmış her sahne bize sonuna kadar geçiyor, bundan emin olunuz.
Diriliş,
mâlum bozkırda şahlanan bir hikaye.. Bozkırın evlatlarının destanı. O
topraklardan daha nice destanlar, türküler, hikayeler çıkmıştır da sesi
duyulmamıştır ya da az bilinir. “Yurduna,
eline kurban olduğum” der bir Orta Anadolu türküsünde. O az bilinen eserlerden
biridir belki. Erol Parlak ustadan bugün çokça dinledim ben, buraya bırakayım belki siz de
seversiniz.
Gittikçe temposu artan bir hikaye seyrediyoruz,
seyredeceğiz. Emeği geçen herkesin eline, gönlüne sağlık..
Haftaya görüşmek dileğiyle..