“Yere düşse bayrak sızlar..”
Âşık Sefâi’nin meşhur Bayraksızlar şiirindeki seslenişi..
Dün Kayı sancağı yerlerde çiğnenirken beynimin
duvarlarına çarpa çarpa bu söz gelip geçti içimden. Bu topraklarda
pervasızlığın bir hududu yokmuş demek evvelden beri. Sen düşman diye başka
milletlere sıfatlar eklesen de insanın içinde en derin yarayı yine kendinden
olan açıyormuş.
33. bölümüyle evlerimize konuk ettiğimiz Diriliş Ertuğrul yine muhteşem
sahneleriyle dün geceye damgasını vurdu.
Bölümün en can alıcı sahnesi de bu bayrak indirme
mevzuuydu şüphesiz. Seyreden herkesin canının burnuna geldiğini tahmin
ediyorum. Tuğtekin gibi bir bey oğlunun kendinden olana bunca kin beslemesi ne
acı. Moğol’u anarken bile gözünde bu kadar intikam hırsı, nefret görmedik.
Ertuğrul’un da dediği gibi Tuğtekin çok toy. İradesine sahip olamayacak,
nefsini kontrol edemeyecek kadar.. Tabii biz bir de Süleyman Şah ve oğullarının
öngörü ve dehasına alıştığımız için her beyi ve oğlunu dört başı mamur görmek istiyoruz.
Fakat ne mümkün.. İnsanoğlu çiğ süt emmiş. Bey de olsan, paşa da; at gözlüğünü
gözüne yapıştırıp gezdiğin sürece hakikati görmen mümkün olmuyor işte.
-Bu basit bir bez parçası değildir!
Bayrağın yere indirildiği o sahnede Ertuğrul Bey’in
ağzından dökülenler, bugün hâlâ yatıp kalkıp bayrakla didişenlere de cevap
olsun efendim. Atamız dile gelmiş de konuşmuş olsun. Desin ki “bu basit bir bez
parçası değildir; atalarımızın mirasıdır, baş üstünde taşınır”. Duymak ve
anlamak isteyen için pırlanta gibi sözler bunlar. Fakat kimse görmek
istemeyenler kadar kör olamazmış. Değil kurgu, Ertuğrul Bey hakikaten
mezarından kalkıp gelmiş olsa, kanı bozuk yine kanı bozuktur. Meseleyi idrak
edemez, edemeyecektir. Çünkü vatan sevmek, bayrak sevmek maharet ister, yürek
ister, istiklal sevdası ister. Bunda gözü olmayan, bu yolda mahir olmayan az
geri dursun rica ederim.
Bu bölümde gözyaşlarıma hakim olamadığım bir sahne daha
vardı. Hayme Ana’nın iki evladını barıştırdığı o sahne çok iyi yazılmış,
çekilmiş ve oynanmıştı. Samimiyeti başkaydı. Belki de ben çok anlamlar yükledim
o sahneye, o yüzden. Bir çadırın içinde birbiriyle barışan iki kardeşin o resminde
pek çok mesaj vardı . Birincisi Süleyman Şah oğlu bir bey olsan da ananın
önünde el pençe dîvan duracaksın, töre ve terbiye bunu gerektirir. Bir başka
gördüğüm; haklı da olsan, yaşın küçük
ise büyüğünü sayacak ve elini ilk uzatan sen olacaksın; Ertuğrul’un Gündoğdu’ya
yaptığı gibi. Sonra ana olacaksan Hayme Ana gibi olacaksın misal. Doğurup,
önüne de yemek koyunca “evlat yetiştirdim” demeyeceksin. Anne adayı hanımlar
sahaf sahaf dolaşıp “annelik rehberi” aramasınlar derim. Rehber isteyen açsın,
Hayme Ana’yı kitap gibi okusun. Sadece anneler ve anne adayları da değil. “Devlet gibi kadın” olmak, hainin karşısında
dimdik durabilmek, doğru bildiğini söylemekten asla dönmemek meziyetlerini
görmek isteyenler de yine sarıp sarıp Hayme Ana’yı seyretsin, onu anlatan
kitaplar okusun. Türk töresinde ve İslâmiyet’te kadının yerine dair bilir
bilmez konuşanlara verecek bir cevabımız olsun efendim.